Platform kapitalizmiyle beraber semirdikçe tekelleşen platformlar, filmlerin sadece tüketilecek birer ‘içerik’ olarak algılanmasına neden oluyor. Her filme katalogdaki bir ürün muamelesi yapan bu yaklaşım, sinemanın sanatsal niteliğini zedeliyor. Sinema ekosisteminin önemli bir parçası olan film festivallerinin açtığı alanda yedinci sanatın şenlik yönünü hatırlayabiliyoruz. Alana ilişkin sempozyum, kongre, konferans gibi organizasyonlarla da filmler üzerine daha fazla zaman ayırıp düşünme fırsatı bulabiliyoruz. Her şeyi obur bir şekilde hızlı hızlı izleyip geçmeden sinemanın barındırdığı anlam(lar) üzerine konuşabileceğimiz yerlerde buluşmak üzere

Adana ve Antalya’dan sonra festival sırası Mersin’de. Ne yazık ki kentte yıllarca gerçekleştirilen Atıf Yılmaz Kısa Film Festivali pandemiden bu yana yapılamıyor. Festival direktörü Doç. Hakan Erkılıç’ın yoğun çabalarına karşın kentin biricik film festivalini kaybetmesi çok üzücü. Umuyorum ki en kısa sürede Mersin, tekrar kendine özgü bir film festivaline kavuşur. Bu sırada oluşan boşluk da gezici film festivalleriyle dolduruluyor. “Belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur yazılarda. İklim değişir, Akdeniz olur. Gülümse” dizelerinde olduğu gibi gülümsüyoruz şehre festival gelince. Bir Akdeniz şehri olan Mersin’e yeni filmler geldikçe yüzlerdeki tebessümler artıyor.
Mersin Sinefil Sinema Derneği’nin de diğer bileşenlerle (Mersin Halkevi, Mersin Tabip Odası, Üto’s Yeniden Kafe, Öğrenci Kolektifleri ve Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası) beraber düzenleme kurulunda yer aldığı İşçi Filmleri Festivali Mersin, 28 Kasım-2 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirildi.
Festival, Baran Gündüzalp’in Rosinante filmiyle Mersin Tabip Odası’nda açıldı. Türkiye sinemasında yeterince temsil edilmeyen kentli orta sınıf bir çift ve çocukları üzerinden işsizlik ve prekarya meselesini odağına alan yapımın başrolü motorsiklet, yani Rosinante. İlk filminde sokaklarda dolaşan motordan konuşamayan çocuğa, çağrı merkezi çalışanından ekonomik sorunların özel ilişkilere yansımalarına pek çok zorlu duruma, konuya el atan film, Gündüzalp’in kalemi ve rejisiyle bunların altından kalkmayı başarıyor. Gösterim sonrası Burçak Görel’in moderasyonu ve Baran Gündüzalp’in açık sözlülüğü sayesinde verimli ve lezzetli bir sohbete tanık olduk.
Şemsa Pozcu Kültür Evi, Üto’s Yeniden Kitap-Kafe, Sokak Kitap ve Kahve Evi, Diyalektik Kültür Merkezi, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası olmak üzere beş farklı mekanda gösterimler gerçekleşti. Her mekan ve seansta katılımın yoğun olduğu festivalde Kurtlar filminin yönetmeni Ecre Begüm Bayrak ile çevrimiçi bir söyleşi gerçekleştirildi. Yeni Türkiye Sineması’nın kadim meselesi taşra ve oraya -Anadolu’ya- giden kamu görevlisi ekseninde gelişen olaylardaki aksı ters yüz eden bu yapım, alana iddialı bir giriş yapıyor. Ezberleri bozan bu film aracılığıyla seyircilerden de gelen sorularla beraber Selda Şahin moderatörlüğünde keyifli bir söyleşi gerçekleştirildi. Şemsa Pozcu Kültür Evi’nde festivalin yirminci yılını kutlayan “Değişen Sinema, Değişen Seyirci: Film Festivalleri ve Alternatif Arayışlar” kitabına dair yapılan panel ise gösterimler dışındaki bir diğer özel etkinlikti. Festivalin kurucularından ve kitabın editörü Önder Özdemir ile kitabın yazarlarından sinema akademisyeni Hakan Erkılıç’ın yer aldığı oturumda konuşmacılar sinemanın yaşadığı değişimi festivaller ekseninde yorumladı.
Festival için oluşturulan seçkiye bakıldığında yerli yapımlar ve kısa filmler ön plana çıkıyor. Yabancı yapımların, uzun metraj belgesel ve kurmacaların da yer aldığı programda tematik çeşitlilik göze çarpıyor. Ekoloji, emek, işçilik, toplumsal cinsiyet eşitliği, kent-çevre mücadelesi, dayanışma, kadın hakları, LGBTİ+ ve Kürt meselesi/hareketi gibi geniş bir yelpazeyi kapsayan bu kürasyonun Türkiye’deki güncel üretimin nabzını tuttuğu anlaşılıyor. Yerli kısalardan Hazal Beril Çam’ın yönettiği “Sinek Gibi” filmini şiddetle tavsiye ediyorum. Pek çok ağır konunun işlendiği yapımın arasında bizlere nefes aldıran ve tüm absürtlüğüyle pek çok meseleyi gündelik hayatın içinden fantastik biçimde ele alarak tartışmaya zemin hazırlayan “Sinek Gibi”nin gelecek özgün filmlerin habercisi olduğunu düşünüyorum.
Altyazı’nın Görünür Görünmez: Bir (Oto)Sansür Antolojisi de dikkate değer çalışmalardan. Kendi alanında çok orijinal bir iş olan bu proje, videonun açtığı alanı hafıza, kuir, kamusal alan, politika, belgesel gibi pek çok alt başlıkla değerlendiriyor. Türkiye’de sansürü düşünürken, konuşurken veya bu kavramdan bahsederken gösterebileceğimiz bir derlememiz var artık. Bu bile başlı başına çok değerli bir katkı. Altyazı Fasikül’ün böyle nitelikli projeleri sürdürmesi temennisiyle portre-belgesel olarak “Bizim İsmail”i de anmak isterim. Hayatını akademik araştırmalara ve Kürt çalışmalarına adayan İsmail Beşikçi’nin yaşamını perdede izleyebilmek özel bir deneyim. Hoca hayattayken bu filmin çekilmesi ve gösterimlerinin yapılması da ayrıca anlamlı. Festival kapsamında toplam otuzu aşkın film gösterildiği için tek tek sayarak bir yazıya sığdırmak zor. O yüzden İşçi Filmleri Festivali Mersin izlenimlerini burada sonlandırayım. Anlatılanın bizim hikayemiz olduğunu unutmadan dayanışmamızı böyle festivallerden esirgemeyelim. Nice 20 yıllara, çok yaşa işçi filmleri festivali!
Festivalin ardından 8. Sinema ve Felsefe Sempozyumu için Ankara yollarına düştüm. İlk olarak pandemi zamanında Prof. Senem Duruel Erkılıç ile birlikte El Pepe ve Buena Vista Social Club belgesellerini ütopya çerçevesinde değerlendirmiştik. Sinefilozofi dergisinde makale olarak da yayınlandı daha sonra bu çalışmamız. O zaman mecburen çevrimiçi olarak düzenlenmişti sempozyum. Son üç senedir ise her Aralık ayında sempozyum vesilesiyle yolum Ankara’ya düşüyor. Bu süreçte yanıma bir felsefeci alarak kendimi güvence altına alıyorum. Ortak bildirilerimiz sırasıyla Spinoza, Wittgenstein ve Pisagor felsefelerinden beslenerek ilerledi. Sırada ne var ben de merak ediyorum. Yancı olduğum bu çalışmalarda kendilerine eşlik ettiğim felsefeciler Fatih Kızıltaş ve Doç. Dr. Umut Morkoç’u da burada analım.
Bu yıl CerModern arasını sonlandırarak eski mekanı Ankara Kent Konseyi’ne dönen sempozyum Prof. Dr. Serdar Öztürk liderliğinde akademik bir ekip tarafından organize ediliyor. Bu vesileyle bu sempozyumda emeği geçen tüm meslektaşlarıma ve öğrencilere teşekkür ederiz. Her mecranın vasatlaşmaya başladığı böyle bir dönemde önemli çalışmaları dinleme olanağı tanıyan bu sempozyum çok kıymetli. Bu kıymeti fark edenler her yıl Ankara’da buluşmaya çalışıyor. Sinemanın bir eğlence aracı olmanın ötesinde düşünme alanı yaratan ve felsefi bir tartışma zemini oluşturan yönünü buradaki ufuk açıcı konuşmalarla hatırlıyoruz.
Bildirileri tek tek saymak mümkün değil ama Chris Marker’dan beden politikasına, posthümanizmden montaja, zamandan mekana geniş bir perspektifte sinema-felsefe ilişkisi filmler aracılığıyla tartışıldı. Davetli konuşmacıların katılımıyla yurtdışında bu konulara ilişkin araştırmacıların konumunu kendilerinden dinleme fırsatımız oldu. Yeni Türkiye Sineması’nın kurucu yönetmenlerinden Yeşim Ustaoğlu ile başlayan sempozyum geçen sene yitirdiğimiz usta yönetmen Şerif Gören’i bir panel ile anarak devam etti. Prof. Dr. Emine Uçar İlbuğa’nın moderasyonuyla gerçekleşen panelde Şerif Gören sineması farklı yönleriyle ele alındı. Bugün sinemamızda ve sinemacılarda göremediğimiz pek çok unsurun Şerif Gören’de nasıl bütünleştiği konuşuldu.
Böyle özel oturumlar klasik bir sempozyumun ötesine geçiriyor bu organizasyonu. Jafar Panahi’nin 2022 yapımı filmi Ayı Yok’un gösteriminin yapılması sempozyumu sinema konuşmakla sınırlı kalmayıp sinemanın izlendiği bir yere dönüştürdü. Gösterim sonrası senarist Shadmehr Rastin ve görüntü yönetmeni Amin Jafari’nin konuşmacı olduğu söyleşi çok özeldi. İran Sinemasına dair içeriden bilgi alma fırsatı sunan bu oturumda Rastin, Panahi filmlerinden kurguladığı on dakikalık bir video ve üzerine yaptığı anlatımlarla adeta bir “masterclass” gerçekleştirdi. Tüm sunumlar ve konuşmalar önümüzdeki yıl bizi nasıl bir programın beklediği konusunda merak uyandırdı. Bu duyguyla ayrıldım Ankara’dan.
Filmler günümüzde sinema salonlarından çok dijital platformlarda izleniyor. Seyir pratiğindeki bu değişime paralel olarak, özellikle Covid dönemiyle birlikte, platformlar gücüne güç kattı. Geldiğimiz son noktada Netflix’in Warner Bros ve HBO’yu satın alması büyük ses getirdi. Sinemanın ruhuna fatiha okuyalım diyenler oldu. Platform kapitalizmiyle beraber semirdikçe tekelleşen platformlar, filmlerin sadece tüketilecek birer ‘içerik’ olarak algılanmasına neden oluyor. Her filme katalogdaki bir ürün muamelesi yapan bu yaklaşım, sinemanın sanatsal niteliğini zedeliyor. Sinema ekosisteminin önemli bir parçası olan film festivallerinin açtığı alanda yedinci sanatın şenlik yönünü hatırlayabiliyoruz. Alana ilişkin sempozyum, kongre, konferans gibi organizasyonlarla da filmler üzerine daha fazla zaman ayırıp düşünme fırsatı bulabiliyoruz. Her şeyi obur bir şekilde hızlı hızlı izleyip geçmeden sinemanın barındırdığı anlam(lar) üzerine konuşabileceğimiz yerlerde buluşmak üzere.
Kaynak: Fikir Gazetesi