Vurgulamak istediğim temel nokta şudur: Barışın başarısı veya başarısızlığı, devletlerin kısa vadeli stratejilerinin bir işlevi değildir. Toplumun kendi tarihsel özünü, kolektif öznelliğini ve sembolik ve ekonomik yeniden inşa kapasitesini nasıl harekete geçirdiğine bağlıdır. Sizin devlet merkezli okumanız bu kapasiteyi göstermediği için, tahminlerinizin sınırlılıkları olduğunu söylemek kaçınılmazdır. Toplumun rızasını, güvenini ve meşruiyetini güvence altına alan pratik dönüşümler olmadan, hiçbir anayasa, hiçbir siyasi anlaşma kalıcı barışı garanti edemez

Editörün notu: Gunter’in yazısı, Engizek’in yanıtı ve “süreç” tartışmalarına dair…
Bu açık mektubu Michael M. Gunter’a yazarken, yalnızca hatalı bir siyasi analizle değil, temelden, çürüyen bir modernite paradigmasının yüküyle yüzleştiğimi hissediyorum. Ortadoğu’daki toplumu devletin bir türevi olarak okuyan herhangi bir analitik çerçeve, daha en başından başarısızlığa mahkum bir entelektüel yaklaşımın belirtisini taşır.
Makalenizde dile getirdiğiniz hükümet motivasyonları, pragmatizm, güvenlik endişeleri, kurumsal rasyonellik ve tarihsel örnekler, siyasi sürecin görünür yüzeyini açıklayabilir, ancak yüzey, gerçekliğin son derece sınırlı bir parçasıdır. Siyasi alanın ancak devlet aygıtı ve ona karşıt aktörler aracılığıyla anlaşılabileceği varsayımı, modern siyaset biliminin en derin epistemik hatasıdır. Bu hata, yalnızca olayların eksik yorumlanmasına yol açmakla kalmaz, daha tehlikelisi, toplumun tarihsel ve ontolojik kapasitesini görünmez kılar.
Makalenizde kullandığınız tüm kavramlar, ulus devletin siyasal ontolojisini veri olarak alır. Oysa bölgedeki tüm krizlerin kaynağı tam da bu siyasal ontolojidir.
Bunun nedeni, kapitalist modernitenin yarattığı en nihai ve en katı hiyerarşik tahakküm biçimi olarak ulus devletin, toplumun yaşam enerjisini gasp etmesi üzerine kurulmuş olmasıdır. Barışın neden başarısız olacağını açıklamaya çalışırken, çok daha büyük bir tarihsel dönüşümü kaçırdığınızı görüyorum; Toplumun, modern devletin mantığının determinizminden kaçma ve kendi etik-politik varoluşunu yeniden kurma girişimi.
Analizinizin merkezindeki “başarısızlık” kavramı bile, istatistiki modernitenin dilinden miras alınan bir kategoridir. Bu kavram, toplumsal gerçekliğin zengin ve karmaşık diyalektiğini, gücün indirgemeci bir denklemi içine hapseder.
Bir süreç neye göre başarısız olur?
Devlete mi?
Güç dengesine mi?
Silahlı aktörlerin stratejilerine mi?
Yoksa toplumun tarihsel özyetkisine mi?
Barışın “başarısızlığını” devletin mantığı perspektifinden yorumluyor, ulus devletin yaygın ve kökleşmiş mantığının içinden konuşuyorsunuz. Bu mantığa göre, barış ancak devletin güvenlik paradigmasına uyduğu, devletin bekası endişeleriyle çatışmadığı ve hegemonik sürekliliğini tehdit etmediği ölçüde başarılı olabilir. Ancak toplumun etik-politik özü perspektifinden bakıldığında, barış devlet tarafından bahşedilmiş bir taviz değil, toplumun kendini yeniden kurmasının doğal sonucudur.
Buradaki ayrım, yüzeysel bir metodolojik farklılık değil, insanlığın, toplumun ve tarihin nasıl anlaşıldığına dair radikal bir ontolojik ayrımdır. Devleti tarihin ana aktörü ve toplumu devlet tarafından şekillendirilen bir alan olarak görüyorsunuz. Bu, devletin toplumsal rızayı sonsuza dek manipüle edebileceği ve tarihi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebileceği yanılsamasına dayanır.
Oysa toplum, devletten daha eski, daha derin ve daha dayanıklı bir ontolojik bütünlüktür. Devlet, tarihsel koşullar sonucu toplumsal varoluşa eklenmiş geçici bir örgütlenme biçimi, bir üst yapıdır. Modern devlet, kendi meşruiyetini tesis etmek için, bu kadim toplumsal varoluşu bürokratik aygıtının bir nesnesine dönüştürerek gizler ve bu gizleme eylemi, onun en büyük ideolojik başarısıdır.
Bu nedenle, makalenizdeki en temel sorun, barış süreçlerini devletin amaçlarının bir türevi olarak ele almanızdır. Oysa devletin amaçları, toplumun tarihsel dönüşüm dinamikleri karşısında her zaman ikincil kalır. Devletin kısa vadeli güç mantığı, toplumsal enerjinin uzun vadeli akışı içinde anlamsızlaşmaya mahkumdur.
Devlet aygıtı gücünü sürdürmek ister, bu doğrudur. Ancak bu arzu, toplumsal irade dönüştüğünde ve özgürlük arayışı somut pratikler içinde örgütlendiğinde, hatta devletin baskı araçları bile toplumsal meşruiyet kaybı nedeniyle işlevsiz hale geldiğinde etkisizleşir.
Modern ulus devletin krizi tam olarak buradan kaynaklanmaktadır. Toplum artık devletin üzerine inşa edildiği homojenleştirici, merkezileştirici, standartlaştırıcı, ataerkil ve sınıfsal tahakküm paradigmasına göre yaşamamaktadır. Bu paradigmanın dayattığı kimlikler, ekonomik düzenlemeler ve kültürel normlar derin çatlaklar vermiştir. Bu, sadece Kürt toplumuna özgü değildir. Ulus devlet dünyanın birçok yerinde aşınmakta, toplumsal özneler kimliklerinin çok boyutluluğu içinde yeni örgütlenme modelleri üretmektedir.
Analiziniz, bu büyük küresel geçişi Kapitalist Moderniteden – Demokratik Moderniteye geçişi göremediği için yalnızca devletin yüzeysel hareketlerine, siyasi manevralarına ve seçim hesaplarına bakmaktadır.
İstatistiksel modernitenin yarattığı epistemik sis tam da bu noktada devreye girer. Toplumsal özyetkinlik süreçlerini halkın kendini yönetme, yaşamı örgütleme ve etik normlarını tesis etme pratiklerini görünmez kılar, yerine devlet stratejilerini, hükümet niyetlerini ve bürokratik rasyonelliği ikame eder. Bu sis, makalenizde de merkezidir.
PKK’nin 2025 deklarasyonunu, örgütün hayatta kalma endişesiyle güdülen taktiksel bir manevra olarak yorumluyor, arkasındaki tarihsel toplumsal paradigmayı: Öz-Aşma (Devleti Aşma) felsefesini tamamen göz ardı ediyorsunuz..
Oysa örgütler tarihsel araçlardır. Toplum ise tarihsel öznedir. Araçlar zamanla dönüşür, işlev değiştirir veya var olmaktan çıkar. Ancak toplumun özgürlük arayışı, etik-politik varoluşun tarihsel kurucu gücü, araçlardan bağımsız olarak devam eder.
“Görevi Tamamlama” ifadesini teslimiyet olarak okumanız, modern siyaset teorisinin devlet merkezli ön kabullerine sıkı sıkıya bağlılığınızdan kaynaklanmaktadır. Bu paradigma, özgürlüğü devletin tanımladığı biçimsel haklarla sınırlar, toplumsal ontolojiden kaynaklanan özgürlüğün kurucu gücünü görmezden gelir.
Oysa özgürlük asla devlet tarafından bahşedilmez veya bağışlanmaz. Özgürlük, devletin tahakküm alanı dışında, kolektif yaşamın meşruiyet alanında, toplumsal örgütlenme ile tesis edilir.. Demokratik Modernite ile kastettiğim tam olarak budur. Özgürlüğü devletin sınırları içinde aramak yerine, devleti aşan ve onu ikincil bir olguya indirgeyen, çok merkezli, ekolojik ve kadın özgürlüğüne dayalı bir toplumsal ontoloji geliştirmek.
Analizinizde eksik olan, bölgenin dönüşümünü belirleyen asıl güç, budur: kolektif öznelliğin, halkların bir arada yaşama ve kendilerini yönetme iradesinin yeniden kurulmasıdır. Toplum, Jineoloji (Kadın Bilimi) ışığında etik-politik bilincini yeniden kurduğunda, devletin baskısı etkisini kaybeder. Devlet ancak toplum zayıf, parçalanmış, örgütsüz ve siyasetten arındırılmış (de-politize) olduğunda güçlü görünür.
Bu nedenle, barışın “başarısı” veya “başarısızlığı” devletin konumuyla değil, toplumun dönüşme iradesi, örgütlenme düzeyi ve özyönetim kapasitesiyle belirlenir.. Eğer bir toplum, kendi örgütlenmesini, kültürel bilincini, etik-politik özünü, yerel meclislerini ve komünal ekonomisini inşa ederse, devletin barışı sabote etme girişimleri ve kısa vadeli siyasi hesapları uzun vadede başarısız olmaya mahkumdur.
Makalenizdeki en büyük eksiklik, toplumu yalnızca siyasi aktörlerin etkileşimleri ve güç mücadeleleri üzerinden tanımlamanızdır. Oysa toplum, siyasetin çok ötesinde bir varlıktır; derin bir tarihsel bellek, katmanlı bir kültürel kimlik, etik-politik bir bilinç ve sürekli kendini yeniden üreten bir ontolojidir. Ulus devletin yükselişi, bu toplumsal varoluşu bürokratik bir aygıtın nesnesine, ulusun homojenleştirilmiş figürüne dönüştürmüştür.
Demokratik Modernite ise tam tersine, bu nesneleştirmeyi tersine çevirir; toplumu yeniden özneleştirir ve binlerce yıllık kadim uygarlık mirasını canlandırır. Barış süreçleri de bu yeniden-özneleştirmenin bir ifadesi, toplumsal iradenin kendi zamanını geri alma girişimidir. Eğer toplum yeniden özneleşiyorsa, tüm devlet engellemelerine rağmen barış olasılığı artar. Çünkü toplum uzun vadede devletten daha güçlüdür. Felsefi, tarihsel ve ontolojik olarak daha güçlüdür ve bu gücün kaynağı komünal yaşamın sürekliliğinden gelir.
Gunter, makalenizde geçmiş barış süreçlerinin başarısızlığını, mevcut sürecin de başarısız olacağının kanıtı olarak gösteriyorsunuz. Bu, tarihin doğrusal işlediği, devlet aktörlerinin aynı kaldığı, toplumsal sosyolojinin değişmediği ve zamanın mekanik olarak kendini tekrar ettiği varsayımına dayanır.
Oysa hiçbir toplumsal süreç doğrusal değildir. Tarih, devrimci süreçlerde deneyim, acı ve bilinç birikimi yoluyla sıçramalar yapar. 2013-2015 süreci ile 2025 süreci aynı değildir. Çünkü o süreçteki toplumsal özne ile bugünün toplumsal öznesi aynı değildir. Toplumsal özne dönüştüğünde, kolektif bellek derinleştiğinde ve örgütlenme yatay düzlemde yayıldığında, süreç de dönüşür. Bu derin dönüşümü göremediğiniz için, tarihin kendini tekrar edeceğini varsayıyorsunuz. Oysa tarih, kendini tekrar etmeyen bir alandır. Özellikle toplumsal iradenin, Jineoloji aracılığıyla etik-politik gücünü keşfederek eyleme geçtiği anlarda.
Sizin “devletin gizli siyasi motivasyonları” dediğiniz şey, aslında modern ulus devletin yapısal bir refleksidir. Modern devlet her zaman güç, seçim ve koalisyonları içeren kısa vadeli hesaplar yapar. Bu onun doğasıdır.
Ancak tarihsel dönüşümler asla devletin kısa vadeli hesaplarına göre işlemez. Toplumsal bilinç, bu devlet hesaplarını uzun vadede her zaman hükümsüz kılar. Devlet merkezli siyaset biliminin uzun vadeli toplumsal dönüşümleri, özellikle radikal paradigmaları sürekli olarak açıklayamaması ve her defasında şaşırması bu yüzdendir. Siz bu metodolojik hatayı tekrarlıyorsunuz. Devletin geçici hesaplarını ve kısa vadeli manipülasyonlarını merkeze alarak, toplumsal özgürlük paradigmasının tarihsel gücünü ihmal ediyorsunuz.
Devletin seçim stratejileri, kısa vadeli koalisyon arayışları, güç dengesi hesapları ve psikolojik savaş teknikleri gibi unsurlar elbette vardır ve günlük siyaseti etkiler. Ancak bunlar, toplumsal paradigmayı toplumun kendi varoluşu için kurduğu etik-politik çerçeveyi belirleyemez. Devlet, toplumsal iradeyi ve bilinci yönlendirebileceğini varsayar ama çoğu zaman yanılır. Çünkü toplumsal direnç ve örgütlenme, manipülasyonun etkisini sınırlar.
Ulus devlet modernitesi her zaman kendi gücünü abartır. Toplumun tarihsel derinliğini, kolektif belleğini ve dönüşüm kapasitesini hafife alır. Siz de bu yanılgıyı makalenizde tekrarlıyorsunuz. Ve devletin seçim hesaplarının toplumsal dönüşümü belirleyeceğini öne sürüyorsunuz.
Oysa gerçek tam tersidir. Toplumsal dönüşüm, devletin kısa vadeli stratejilerini boşa çıkarır ve onu kendi varoluşsal kriziyle yüzleşmeye zorlar.
İstatistiksel modernitenin çözüldüğünü, tarihsel ömrünü tamamladığını göremiyorsunuz. Ulus devlet, modernitenin geç bir aşamasında ortaya çıkan bir formdur, kalıcı değildir. Tarihin geniş akışından bakıldığında, ulus devlet kısa, çalkantılı bir aralıktır. Şimdi bu aralık kapanıyor. Kapitalist Modernitenin merkezileştirici, homojenleştirici, standartlaştırıcı ve endüstriyalist yapısı artık sürdürülebilir değildir. Ekolojik kriz, ekonomik eşitsizlik, kültürel parçalanma, sosyolojik çözülme, ataerkil baskının aşınması ve teknolojik dönüşüm, ulus devlet yapısını sürdürülemez kılmaktadır.
Demokratik Modernite tam burada devreye girer. Toplumu devletten bağımsız olarak yeniden kurma, çoğulcu, ekolojik ve feminist bir siyasal varoluş yaratma olasılığı olarak. Analizinizde eksik olan tam olarak bu ontolojik olasılıktır. Çatışmanın biçim değiştirerek devam edeceğini iddia ediyorsunuz. Evet, istatistiksel modernite perspektifinden bakıldığında çatışma asla bitmez. Çünkü devlet her zaman toplumu kendi iktidarı için potansiyel bir tehdit olarak görür ve onun özgürleşme eğilimlerini bastırmak zorundadır.
Ancak Demokratik Modernite bakış açısıyla, devletin tarihsel hegemonyası çözüldükçe çatışma anlamını yitirir ve biçim değiştirir. Toplum kendi örgütlenmesini, kendi komünal ekonomisini ve kendi öz savunma mekanizmalarını kurduğunda, çatışmayı besleyen koşullar ortadan kalkar. Çatışma militarist alandan etik-politik alana kayar. Bu bir ütopya değildir, tam tersine tarihin doğal akışıdır. Toplumsal varoluşun biçimsel kurumlara olan bağımlılığından kurtulmasıdır. Toplum güçlendikçe, devlet zayıflar. Devlet zayıfladıkça, çatışma tarihsel anlamını yitirir.
Çatışmaya, devletin güvenlik paradigmasıyla sınırlı, dar bir çerçeveden yaklaşıyorsunuz. Oysa çatışma çok daha derin bir tarihsel diyalektiktir. Toplumun etik-politik özü ile devletin monolitik, merkezileştirici güç yapısı arasındaki temel çelişkidir. Bu çelişki, yalnızca siyasi müzakereler veya askeri anlaşmalarla değil, toplumsal bilinç ve özellikle Jineoloji temelinde etik-politik toplumun yeniden kurulmasıyla çözülür. Bu ontolojik ve etik boyutu tamamen göz ardı ediyorsunuz. Bu yüzden analizleriniz yüzeysel kalıyor, yalnızca siyasi taktiklerin sığ sularında geziniyor.
Toplum kendi tarihsel bilincini kurduğunda, devlet otoritesinin belirleyici gücü azalır ve devlet, birincil aktör olmaktan çıkarak, toplumsal dinamiklerin sonuçlarına göre konumlanan ikincil bir kurum haline gelir. Bu, sadece Ortadoğu için değil, tüm dünya için geçerli bir eğilimdir. Kapitalist Modernite çökerken, Demokratik Modernite yükseliyor. Bu küresel bir kriz ve küresel bir dönüşümdür. Bu küresel dönüşümü göremediğiniz, barış sürecini bir devlet-örgüt ilişkisine indirgediğiniz için analizleriniz dar bir çerçeve içinde kalmaktadır.
Barış, devlet tarafından sağlanacak pasif bir koşul değildir. Barış, toplum tarafından aktif olarak kurulur, inşa edilir ve korunur. Devlet barıştan kaçınsa bile, toplum onu tesis eder. Devlet engellemeye çalışsa bile, toplum kendini örgütler, çünkü özgürlük ihtiyacı toplumsal ontolojinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bunu göremiyorsunuz. Çünkü devleti tarihin motoru sanıyorsunuz, oysa tarihin motoru, kolektif bilince ve etik-politik iradeye sahip olan toplumdur. Toplumun etik-politik iradesi, ulus devletin bürokratik mantığından ve kısa vadeli rasyonalitesinden kat kat güçlüdür.
Devlet düşünebilir, hesap yapabilir ve manipüle edebilir. Ancak toplumun tarihsel enerjisini durduramaz. Bu enerji binlerce yıllık uygarlık mirasından, komünal pratiklerden ve kadın özgürlüğü arayışından beslenir. Devletin iradesini belirleyici görerek toplumu hafife alıyorsunuz; oysa toplum hafife alınamaz. Çünkü tarih, kendisi sürekli bir toplumsal varoluştur. Devlet geçicidir. Toplum kalıcıdır. Devlet bir formdur. Toplum bir ontolojidir.
Toplumun tarihsel enerjisinin nasıl işlediği kavranmadan yapılan her çözüm analizi, yalnızca geçici tamponlar üretir. Devlet merkezli yaklaşımlar, toplumsal dinamiklerin kendi motorunu kolektif öznelliğin kurucu gücünü görmezden geldiği için sürekli olarak geriye dönük hayal kırıklığına yol açar.
Makalenizde gözlemlediğim metodolojik zayıflık tam olarak budur. Siyaset, yalnızca kurumların iç işleyişi olarak okunur. Oysa siyaset, toplumsal anlam üretiminin pratik düzeyde maddi olarak yeniden inşasıdır. Bu yeniden inşa, dilsel, kültürel, ekonomik, ritüel ve hukuki pratiklerin eş zamanlı dönüşümünü gerektirir.
Bu dönüşümün çekirdek dinamiği, bir toplumun kendi hakkında kurduğu anlamsal çerçevedir. Geçmiş travmalarla, hafızanın kırılganlığıyla, komünal pratiklerin yeniden keşfiyle ve yeni nesillerin siyasal öz bilinciyle şekillenen bir süreçtir. Bu çerçeve göz ardı edildiğinde, devletin vaatleri veya örgütsel değişimler yalnızca biçimsel görünümler olarak kalır. Barışın ruhu toplumsallaşamaz.
Analizinizde “anayasal garantilerin eksikliğini” vurguluyorsunuz. Siyasal istikrar için hukuki güvenceler ve biçimsel garantiler elbette önemlidir. Ancak burada öncelik sıralaması çarpıcı biçimde tersine çevrilmiştir. Hukukun topluma nüfuz etmesi ve kalıcı olması için, toplumsal kurumlar, toplumsal meşruiyet mekanizmaları ve halkın günlük pratiklerde deneyimlediği eşitlikçi ve adil ilişkiler olmalıdır. Anayasal metinler yalnızca hukuk uzmanlarının şekillendirdiği soyut belgeler değildir. Bunların toplumsallaşması, halkın etik normlarının onayını gerektirir. Toplumsal örgütlenme ve kolektif öznellik yoksa, anayasal güvence kağıt üzerinde kalır ve devletin ilk iktidar krizinde askıya alınır.
Benzer şekilde, toplumsal haklar sadece yasalarla tanımlanmaz. Pratik uygulamaları, kamusal alanın yeniden örgütlenmesi, eğitim kurumlarının dönüşümü ve yerel yönetimlerin yaşamı yeniden şekillendirmesiyle anlam kazanır. Demokratik Modernite iddiası tam da burada devreye girer. Haklar, devlet dışı demokrasinin pratikleri aracılığıyla, toplumsal yaşamın örgütlenmesi içinde inşa edilmelidir.
İşaret ettiğiniz anayasal eksiklik önemli bir risk faktörüdür. Ancak bu risk, toplumsal inşa mekanizmalarıyla dengelenmediğinde, olayın sonucunu belirler. Dolayısıyla, sizin çıkarımınızın aksine, anayasal garantilerin yokluğu tek başına belirleyici değildir. Belirleyici olan, toplumun kendi haklarını tesis etme ve savunma kapasitesidir. Toplumsal kapasitenin kaynağı nedir?
Bu sorunun cevabı, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın entelektüel ekseninde okunması gereken kilit kavramlardan birini ortaya çıkarır: kolektif öznellik. Kolektif öznellik, bireysel hakların mekanik toplamı değildir. Paylaşılan tarihsel deneyimlerin, üretim ilişkilerinin, kültürel pratiklerin, ritüellerin, toprakla bağın, Jineolojik bilincin ve mahalle ilişkilerinin örgütlenmiş, siyasallaşmış bileşkesidir. Bu bileşke bir kez tesis edildiğinde, toplumsal varlık kendi kurucu normlarını etik-politik toplumu üretir. Bürokratik devlete bağımlılığı azalır ve merkezi otoritenin meşruiyetini sorgular.
Kolektif öznellik, bireysel rıza mekanizmaları aracılığıyla değil, kolektif anlam üretimi ve paylaşılan yaşam pratikleri aracılığıyla işler. Dolayısıyla, barış sürecinin başarısı, bu kolektif öznelliğin yeniden kurulmasıyla doğrudan ilişkilidir. Bunu göz ardı eden bir analiz, yalnızca kurumlar arası müzakerelerin teknik süreçlerini tartışır. Toplumsal rızanın, meşruiyetin ve hakikat arayışının üretimini ihmal eder.
Vurguladığınız “hükümet motivasyonları” konusu burada sınırlı kalır, çünkü devlet stratejileri analizinde kısır bir parça vardır. İdeolojik zamansallık. Devletler, özellikle kriz ve seçim dönemlerinde kısa vadeli rasyoneller geliştirir. Ancak bu rasyoneller, genellikle uzun vadeli kültürel ve ontolojik dönüşümlerin ritmiyle örtüşmez, bu dönüşümlerin derinliğini kavrayamaz.
Kısa vadeli siyasi hesapların kamusal yaşamda kalıcı etkiler yaratması için, bu hesapların toplumsal meşruiyet mekanizmaları tarafından içselleştirilmesi gerekir. Aksi takdirde, bu etkiler toplumsal bellekte kalıcı bir kırılma değil, geçici bir deformasyon olarak kalır ve toplumsal yapı, yeni örgütlenme biçimleri aracılığıyla bunu onarmanın yollarını bulur.
Önder Öcalan’ın teorik yaklaşımı burada yine belirleyicidir. Siyasal değişim, toplumsal yaşamın her katmanına nüfuz eden bir dönüşüm sürecidir. Devletin kısa vadesi olan tekil anlaşmalar veya seçim hesaplarıyla sınırlandırılamaz. Devletin niyetleri ile toplumun dönüşme iradesi ontolojik zaman ile bürokratik zaman arasında bir süreklilik kurulmadıkça, süreç daima yüzeysel kalacak ve yeni bir çatışma döngüsü yaratacaktır.
Geçmiş deneyimler elbette öğrenilecek dersler sunar. Ancak tarihsel deneyim birikimi, geleceğe dair determinist bir kehanet değil, eleştirel öğrenme alanıdır. 2013-2015 döneminin başarısızlıkları, hangi hataların tekrarlanmaması gerektiğine dair dersler verir. Ancak bu dersler toplumsallaşmadığında yani komünal pratiklerde somutlaşmadığında ve yeni bir etik-politik bilince dönüşmediğinde aynı döngü kendini tekrar eder.
Siz bu dersleri analizinize dahil ediyorsunuz. Ancak derslerin toplumsallaşma planını, yani Demokratik Modernitenin inşa sürecini hesaba katmıyorsunuz. Derslerin toplumsallaşması, eğitim politikaları, yerel yönetim reformları, komünal inisiyatiflere destek, adil ekonomik yeniden dağıtım politikaları ve Jineoloji ilkelerinin toplumsal yaşama nüfuz etmesi gibi somut pratiklerle mümkündür. Bunlar olmadan, hatalardan ders çıkarmak yalnızca entelektüel bir egzersiz olarak kalır.
Söylemeye çalıştığım şudur: barış süreci, yalnızca iki veya üç aktör arasındaki yüksek siyaset müzakeresi değildir. Bir toplumun kendi tarihsel travmalarını, kolektif belleğini ve adalet taleplerini dönüştürme sürecidir. Bu dönüşüm, öznel deneyimlerin kolektif düzeye aktarılmasıyla, kamusal alanın yeniden inşasıyla, yerel demokratik yapıların güçlendirilmesiyle, ekonomik tabanın adilce yeniden yapılandırılmasıyla ve kültürel tanımanın pratik olarak yeniden düzenlenmesiyle gerçekleşir.
Tüm bunlar soyut metinlerle değil, pratik yeniden inşa ile mümkündür. Analiziniz, pratik dönüşümlere dair bu ayrıntıları gözden kaçırıyor. Bu yüzden tahminlerinizin doğruluğu sınırlı kalmakta ve dolayısıyla devletin kısa vadeli taktiklerinin bir yansımasından öteye geçmemektedir.
Ayrıca, toplumsal dönüşümün merkezinde başka bir unsur daha vardır: dilsel ve sembolik yeniden inşa.. Dil, siyasal algının en hızlı dönüştürülebilir unsurlarından biri, ancak aynı zamanda en stratejik olanıdır. Bir toplumun yeniden adlandırılması, tarihsel anlatısı, resmi söylemleri, müfredatı ve kamusal semboller aracılığıyla yeniden inşası, kolektif özneyi dönüştürür.
Barış sürecine ilişkin resmi dil, toplumsal özneyi görünür kılmaktan kaçınıyorsa, suçları ve acıları inkar ediyorsa, eylem ve günlük pratikler bu dönüşümün önünde engel teşkil edecektir. Güvenin, tanımanın ve adaletin tesis edilmesi, bir suçun resmi olarak tanınmasından, mağduriyetlerin kolektif belleğe dahil edilmesine ve yeni toplumsal anlatıların kamusal eğitime katılmasına kadar birçok adımı içeren sembolik düzeyde büyük ölçüde başlar.
Bu sembolik adımlar olmadan, müzakere masalarında ulaşılan uzlaşmaların toplumsallaşması ve sürdürülmesi zordur. Sizin “teslimiyet” okumanız, bu sembolik dönüşümlerin yokluğundan beslenir. Oysa teslimiyet olarak adlandırılan şeyin, sıklıkla toplumsal stratejik bir yeniden konumlanma olduğu unutulur.
Örgütsel dönüşümler, toplumsal bir stratejinin parçası olabilir. Yani örgütler stratejik ve taktiksel olarak yeni bir alana kayarken, aslında toplumun meşruiyet ve eylem biçimlerini yeniden tasarlıyor, enerjiyi militarist alandan siyasal alana taşıyor olabilir. Dolayısıyla, örgütsel sonlanma veya dönüşüm, mutlaka bir teslimiyet değil, toplumsal yeniden inşa iradesinin ve Demokratik Moderniteye geçişin bir ifadesidir. Analizinizin bu ontolojik nüansı kavrayamaması, onu eksik kılmaktadır.
Toplumsal dönüşüm aynı zamanda süreklilik ve kopuşun birlikte yönetilmesidir. Tam bir kopuş, geçmişin tüm maddi sembolik katmanlarının ortadan kaldırılması değil, aksine, adaleti sağlayarak ve geçmişten öğrenilen dersleri bütünleştirerek yeni bir sürekliliğin inşa edilmesidir. Bu, suç ve adalet mekanizmalarının doğru kurulması, mağdurların tanınması, tazminat politikalarının adil uygulanması ve kültürel mekanların yeniden örgütlenmesiyle mümkündür.
Bir barış süreci bu unsurları içermiyorsa, yüzeysel bir mekanizma olarak kalır. Sizin eleştirinizin güçlü noktalarından biri olarak gördüğünüz anayasal güvence eksikliği, bu nedenle önemlidir. Ancak anayasa metninin varlığı tek başına bir güvence değildir. Asıl güvence, toplumsal yaşamın normatif olarak yeniden örgütlenmesi etik-politik toplumun tesis edilmesidir.
Toplumsal dönüşümün ekonomik boyutu da göz ardı edilmemelidir. Adalet sadece sembolik ve hukuki düzeyde talep edilmez. İnsanların günlük yaşamlarında bir dizi somut değişim olarak deneyimlenmelidir. Ekonomik entegrasyon, yerel üretime destek, altyapı yatırımları, istihdam yaratma ve mülkiyet haklarına ilişkin adil düzenlemeler, toplumsal güvenin köşe taşlarıdır.
Devletin ekonomik manipülasyonları kısa vadeli siyasi avantaj sağlayabilir. Ancak uzun vadeli güven, komünal ekonomiye dayalı adil ekonomik politikalar gerektirir. Demokratik Modernite yaklaşımları, bu ekonomik adalet bilgisini önceliklendirir. Makalenizde ekonomik dönüşüme dair somut planların eksikliği, analizinizdeki başka bir zayıflığı gösterir ve toplumsal yaşamın en temel katmanını ihmal ettiğinizi ortaya koyar.
Bir diğer hayati nokta, ulusötesi etkilerin göz ardı edilmemesidir. Bölgesel siyaset, yalnızca sınırlar içindeki dinamiklerle şekillenmez. Diaspora, uluslararası hukuk, küresel ekonomik ilişkiler, bölgesel aktörlerin stratejileri ve uluslararası insan hakları normları da sürecin seyrini etkiler. Ancak bu etkiler, toplumsal dönüşümün etkisiyle birlikte yeni bir bileşim oluşturduğunda anlam kazanır. Tekrarlıyorum: dış aktörler ne kadar etkili olursa olsun, yerel toplumun dönüşüm niyetine tosladıklarında politikaları sınırlarını aşamaz; yerel meşruiyet olmadan, uluslararası destek geçici bir etki yaratır ve bir sömürge aracı olarak kalır.
Makalenizin bir diğer dikkat çekici yönü, tarihin mekanik bir tekrarına dayanan öngörüdür. Tarihsel determinizm, özellikle toplumsal dönüşüm süreçlerinde yanıltıcıdır, çünkü toplumsal iradenin yaratıcı gücünü görmezden gelir. Her dönemin kendine özgü oluşumları vardır. Aktörlerin niyetleri, araçları, toplumsal güç dengeleri ve küresel konjonktürler farklıdır.
2013-2015 döneminin başarısızlıkları elbette ders çıkarılması gereken vakalardır. Ancak bu derslerin nasıl toplumsallaştırılacağına dair somut stratejiler üretmedikçe, geçmişin gölgesi yalnızca bir ön yargı olarak kalır ve tarihsel bilincin dönüştürücü gücünü inkar eder.
Vurgulamak istediğim temel nokta şudur: Barışın başarısı veya başarısızlığı, devletlerin kısa vadeli stratejilerinin bir işlevi değildir. Toplumun kendi tarihsel özünü, kolektif öznelliğini ve sembolik ve ekonomik yeniden inşa kapasitesini nasıl harekete geçirdiğine bağlıdır. Sizin devlet merkezli okumanız bu kapasiteyi göstermediği için, tahminlerinizin sınırlılıkları olduğunu söylemek kaçınılmazdır. Toplumun rızasını, güvenini ve meşruiyetini güvence altına alan pratik dönüşümler olmadan, hiçbir anayasa, hiçbir siyasi anlaşma kalıcı barışı garanti edemez.
Ve bu, sadece Kürt sorunu için değil, tüm modern devletler için geçerlidir. Çünkü modern devletin mantığı, toplumun tarihsel enerjisini inkar etme eğilimindedir ve bu eğilim, nihayetinde kendi meşruiyetini zayıflatır ve Kapitalist Modernitenin çözülme sürecini hızlandırır.
Analizinizin içine düştüğü hata, tam olarak bu çözülmenin geçici belirtilerini okumaktır, çözülmenin kendisini değil. Esas olan, Demokratik Modernitenin ontolojik yükselişini görebilme yeteneğine sahip olmaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.