Katliam yasasına karşı koyuş suç değil, bir savunma hakkı olarak daha da meşrulaşıyor. Yaşam hakkı mücadelesi diğer haklar mücadelesi başlığı altında değil, haklar mücadelesi ile birlikte yürütülen anti-türcülük olarak hayatımıza giriyor

Hayvanları Koruma Kanunu yaşam hakkı savunucularının tüm kaygı ve endişelerini haklı çıkardı. Kanun değişikliğinden sonra sokaklarda ve barınaklarda görmediğimiz vahşet kalmadı. Farklı partilerden (özellikle kendilerini muhalif olarak konumlandıranlar) belediyeler ve valilikler elbirliğiyle sokakta yaşayan köpekleri topladılar. Yetmedi, kedileri toplamak için fermanlar çıkardılar. Yetmedi, besleme yasağı getirdiler! Tüm bunlara ses yükseltmeye çalışırken, dostlarımız sokaklarda ve tıklım tıklım sıkıştırılmış barınaklarda hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Yaşam hakkı savunucuları için mahkeme salonlarından barınaklara, besleme alanlarına kadar her alanda var olmaya çalışmak sadece yorucu olmuyor. Söz konusu bir canlının yaşam hakkı olduğu için dünyalarca kahreden anlara şahit olunuyor. Hukukun yetersizliği, cezasızlık, toplumsallaşmaya meyilli cehalet, yukarıdan aşağıya doğru kurulmak istenen siyasi hegemonya yaşam hakkı mücadele alanının (hayvan hakları) ilk göze çarpan başlıkları oluyor. Elbette bunların hiçbiri bizleri yıldırmayacağı gibi sokakta, kırda yaşayan dostlarımızla daha fazla dayanışma göstermemizin alarm zilleri oluyorlar.
Bu topraklarda imparatorluk ve Cumhuriyet dönemlerinde “siyasi erkin” her zaman sokak hayvanlarıyla sorunları oldu. Siyasi erk, kimi zaman medeniyete giden yolu sokaklarında hayvan olmayan kentler yaratma hevesiyle aradılar. Kimi zaman hastalıklardan korunmanın yegane yolu hayvanlardan kurtulmak olarak gördüler. Kimi zaman pahalılık ve geçim derdi artınca suçluyu hemen yanı başlarında sokak hayvanlarında buldular. Kimi zaman en kritik siyasal süreçlerin üzerini örtmek, toplumsal tartışmaları başka yönlere çekmek için hayvanları katletmekten çekinmediler.
Ne çalkantılı imparatorluk sallanırken ne de sancılı Cumhuriyet ilan edildikten sonra halk sokak hayvanları hakkında siyasi erk gibi düşünüyordu. Sokağındaki hayvanıyla bütünleşmiş, hayvanı ile iç içe geçmiş yaşamın günlük aktivitesiydi aç kalan hayvanı doyurmak, doğum yapmış köpeğe daha fazla ilgi göstermek. Yavruları kollayıp korumak tarihsel bir miras olarak nesilden nesle aktarılıyordu. Halk belli bir bölgede yaşayan köpeğe mutlaka bir isim koyuyordu. Köpeğin havlamasındaki anlamı seziyor, mahallesine ya da sokağına gelenin yabancı mı yoksa tanıdık biri mi olduğunu anlıyordu. Ancak imparatorluk ve Cumhuriyet döneminde “en geniş anlamıyla” toplumun tüm kesimleriyle ve diğer türlerle bir arada yaşamdan ve barıştan korkan siyasi erkin faturayı sokak hayvanlarına kesmesi (hayvanlar için yeni bir katliam demek oluyor) halkın ciddi travmalar yaşamasına sebep oluyordu. “Hayırsız Ada vakası” bunlardan en göze çarpanıdır. Dönemimizde ise AKP-MHP eliyle yaratılan fiili süreçte CHP’nin sessizce onayladığına, hatta kimi CHP belediye başkanlarının sokakta yaşayan hayvanları toplayarak barınaklarda ölmelerine göz yumduğuna tanık oluyoruz. Halka yeniden hayvanlar üzerinden toplumsal bir travma yaşatılıyor.
Yine de iyi şeyler başarılmıyor değil. Siyasi erkin hayvanlar üzerinden kurmaya çalıştığı toplumsal baskı kabul görmüyor. İnandırıcılığını kaybedeli hayli zaman olan yandaş ve resmi medyanın hayvanlar hakkında yaptığı iftira haberleri tutmuyor. En büyük trollerinin entelektüel fukaralıkları hemen göze çarpıyor. Cemaat ya da tarikatların kedi-köpek düşmanlığı kendi tabanlarında bile tepkiyle karşılanıyor Trollerin sosyal medya iftira, karalama ve çarpıtmaları sosyal medya çöplüğünde adsız-resimsiz halleriyle yok olup gidiyor.
Halk (eksiği, fazlası, hatası, yanlışıyla); deresine, zeytinine, ağacına sahip çıktığı gibi hayvanları besliyor, sahipleniyor, koruyor, onlara sahip çıkıyor… Yaşam hakkı savunucuları teorik ve pratik açıdan daha fazla deneyim sahibi oluyorlar. Hayvan haklarının “marjinal bir grubun hezeyanları” değil toplumsal bir gerçekçilik olduğu (yetmez ama) daha iyi kavramsallaştırılıyor. Dünyada kazanılan en küçük bir yaşam hakkı (hayvan hakkı) ülkemizde de hemen gündem yapılabiliyor. Bilim kısırlaştırmanın ve aşılatmanın en doğru yol olduğunu söylüyor. Hayvanlar üzerinden rantı ve üretimi durdurmayan bir yasanın işlevsizliği herkes tarafından kolayca anlaşılabiliyor. Katliam yasasına karşı koyuş suç değil, bir savunma hakkı olarak daha da meşrulaşıyor. Yaşam hakkı mücadelesi diğer haklar mücadelesi başlığı altında değil, haklar mücadelesi ile birlikte yürütülen anti-türcülük olarak hayatımıza giriyor. Kentleşmenin aynı zamanda türcü istila olduğu yaşam alanları yağmalanan domuzlara, kurtlara, tilkilere bakınca daha iyi anlaşılıyor. Ekolojik yaşamın yapay park, bahçe yapmak değil, tüm türlerin ortaklaştığı bir alan olarak yeniden örgütlenmesinin önemi daha da görünür oluyor.
Yazıyı sonlandırırken; muhalif basının ve muhalif köşe yazarlarının yaşam hakkı konusuna uzak durmaları ciddi bir sorun. Yoksulluğu et fiyatlarıyla açıklamak sadece kaba bir politik taklitten ibaret değil, türcülüğe ve öldürmeye meşruiyet sağlıyor. Beslenme alışkanlıklarını değiştirecek yolun kitlelere ulaşacak şekilde tartışılıyor olmaması hayvanların zulüm ve işkence görmelerine yaşam haklarının yok edilmesine neden olmaya devam ediyor. Hayvanların adak, kurban ve benzeri ritüellerde toplumun geniş kesimince hala makbul görünüyor olması yaşam hakkı mücadelesinin en zorlu, dikenli alanları olarak önümüzde duruyor.