Yolunuzu çizersiniz, eskiler yetmiyorsa yeni örgütsel biçimler ve çalışma biçimleri keşfeder yürürsünüz. Başkalarının yanlış yoldan yürüdüğünü düşünüyorsanız, bunu eleştirirsiniz ama gerçek eleştiri, sizin yürüdüğünüz yol ve o yolla varılan başarıdır

Geçen yılın 7 Ekim’inden bu yana Türkiye, haraketli zamanlar yaşıyor. Bir yandan iktidarın muhalefete olan saldırısı gemi azıya alırken, Kürtler cephesinde de önce Öcalan’ın 27 Şubat çağrısı, sonra PKK kongre kararları, silah yakmalar, belli güçleri geri çekmeler, Meclis Komisyonu vb. derken süreç şöyle ya da böyle ilerliyor gibi görünüyor. Nereye varacağı tartışmalı elbette. Söz konusu olan Cumhuriyet tarihinin en riyakâr iktidarı olunca, herkesin bir belleği var ve herkes hem iyimser hem de gerçekçi olmaya çabalıyor. Ben zerre kadar iyimserlik taşımasam da, bir hükmü yok. Hep birlikte yaşayıp göreceğiz.
Bu arada, başka şeyler de oldu, oluyor. Öcalan’ı iyi tanıyanlar, onun bu tür bir stratejik değişikliği basitçe “eskiden şu yöntemi kullanıyorduk, bundan sonra şu yöntemler ve araçları kullanacağız” cümleleriyle ifade etmesini beklemiyordu. Gerçekten de öyle olmadı. Öcalan, kapsamlı bir teorik çalışma ve ‘yeni paradigma’ metinleriyle ortaya çıktı ve bu arada Marksizme yönelik eleştirilerini, ‘yeni türden bir sosyalizm’, ‘yeni örgütlenme modelleri’ üzerine görüşlerini de iyice netleştirerek ifade etti.
Aslında bu da çok orijinal bir şey değil. Özel olarak bir okuma yapmadım ama başka ülkelerde (Latin Amerika, vb.) silahlı mücadeleyi askıya alarak legal siyaset alanına geçiş yapan örgütler de, herhalde bu yeni süreci tanımlayan, ‘artık’ nasıl bir mücadeleyi hangi araçlar, örgütler, çalışma biçimleriyle yürüteceklerini planlayan belgeler ortaya koymuşlardır. Yani bir yoldan diğerine geçiş yaptığınızda bunu izah eden ve geleceği yönlendiren bir teorik/programatik çerçeve çizersiniz. Doğrudur, yanlıştır, hayata uyar ya da uymaz ama bunu yapmanızda bir beis yok. Öcalan da bunu yapıyor. Bu arada, “vay silahlı mücadeleden nasıl vazgeçtiler” diye feveran etmenin de âlemi yok. İlk kez olmuyor. Reel sosyalizmin çöküşünden sonra burada yargılamak istemediğim ama tartışılır sebep ve gerekçelerle bir dizi örgüt bunu yaptı. İşe o tarafından bakılırsa, Edip Cansever’in ‘masa’ şiirine atıfta bulunarak, PKK’nin yine de ‘iyi dayandığını’ bile söyleyebiliriz.
Öcalan’la ilgili problem sanırım biraz şu. Ağır ve tartışmalı bir cümle kurayım: Öcalan’ın Kürt hareketine yaptığı en büyük kötülük, çok çalışkan bir insan olmasıdır! Son otuz yıla bakınca görülür, legal ya da gerilla alanında kurduğu, sonra dağıtıp değiştirip yeniden şekillendirdiği bir dizi örgütlenme vardır örneğin. Ayrıca yine bu otuz yılda kavramsallaştırdığı bir dizi görüşü öne sürmüş, birçoğumuz öyle düşünmesek de birtakım ‘yeni’ kavram ve ifade biçimlerini ortaya atmıştır. Bu fikir ve kavramlara hareketin adaptasyon süreci ise son derece hızlıdır. “Öcalan’la çıktıkları hiçbir maçı kaybetmediğini” düşünen, 1978, 1984 ve sonraki süreçler hatırlanırsa haklı da olan Kürt hareketi ve genel olarak Kürt kitlesi, çok fazla sendelemeden bu kavramsal çerçevelere hep hızlı uyum sağlamıştır. Ancak bu aşırı çalışkanlık, bir başka açıdan tartışmalıdır. Hatırlıyorum da, Öcalan’ın Sümer Rahip Devleti’nden söz ettiğinde mesela, o günlerde Kürdistan illerinde kitap pazarlaması yapan bir arkadaşım, bu konudaki kitapların ‘yok sattığını’ söylüyordu. Bugün de, birçok insanın, ömürlerinde ilk kez duydukları ‘kastik katil sistemi’ üzerine yazdıklarını okuyoruz. Ve okudukça da aslında Öcalan’ın açtığı çerçeveye özel bir şey eklenmediğini, daha çok açımlama ve tahkimat yapıldığını görüyoruz.
Bütün bunlarda da bir sorun yok aslında. Sosyalist camiada hepimizin değişik yorum ve anlayışları farklı olsa da, mevcuttan bir adım önde giden politik/teorik öncülük/önderlik diye bir realite vardır. Böyle insanlar hep olmuştur ve kavram ortaya atmak, yeni tanımlar yapmak gibi atılımlar gerçekleştirmiştir.
1973 yılıydı sanırım, 16 yaşında filanız, bizim memleketteki küçücük dernek binasına 30’lu yaşlarda Perinçekçi bi abi gelmişti. Laf arasında “Ya Mahir’i boş verin, adam faşizm demiyor, oligarşi diye bir şey icat etmiş” deyince adamı az kaldı döveceğdik. “Demez öyle şey Mahir” diye höykürdüğümü hatırlıyorum. Birkaç ay sonra o zamanlar teksir halinde ortalıkta gezen “Kesintisizler”i okuyunca aklımız suya ermişti. Allah razı olsun, sonraki yıllar boyunca bu kavram hükümetlere, seçimlere takılan dar bakış açılarına alternatif olarak ufkumuzu genişletmiş, arada bazı detayları kaçırmamıza neden olsa da düzen siyasetini anlamakta iyi bir temel oluşturmuştu.
Yani, kavramlar vardır, yeni olurlar, bazen bize çok yeni gibi gelirler. Siyasi hayatta bu tür kavramsallaştırmaları yapan insanlar da vardır. Önce sorgusuz bir güvenimiz vardır, politik pratik vardır çünkü, gözümüz oraya dikilidir, önce söze değil, sözü söyleyene bakarız. Sonra anlamaya, bir yere oturtmaya başlarız ama sonra tartışmaya da başlarız.
Örnek olsun, şimdi geriye dönüp bakınca Mahir’in “Devrim, halkın devrimci girişimiyle -aşağıdan yukarı- mevcut devlet cihazının parçalanarak politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla -yukarıdan aşağıya- daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesidir” cümlesindeki kaba yaklaşımı görmemek mümkün mü? Böyle mi bakıyoruz devrime? Bir ‘üretim düzeni’ midir istediğimiz? ‘Yukarıdan aşağı’ mı kuracağız onu? vb. vb…
Örnek olsun, yine Mahir’in “Biz Marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!” cümlesi ne müthiş, ne hayranlık verici bir cümleydi öyle! Bu düşünme biçimi dilimize pelesenk olmuş ve onca yıl boyunca uluslararası KP merkezlerine angaje olmaktan bizi nasıl da korumuştu! Ama şüphesiz devrimci samimiyetten kaynaklanan bu aşırı alçakgönüllü kavramlaştırmanın bizi sosyalizmin sorunları, sosyalist demokrasi, vb. üzerine düşünmekten alıkoyduğunu nasıl görmezden gelebiliriz?
Şunu anlatmak istiyorum: Adına ‘önder’ ya da ‘lider’ deyin, ne derseniz deyin* politik hayatta böyle aktörler vardır, bu insanlar ortaya o günkü rutini aşan fikirler atarlar, biz onları başlangıçta hayranlıkla (bu basit bir ‘hayranlık’ değildir ama, politik güvenden kaynaklanır) alıp başımızın üstüne koysak da sonradan bakarız, tartışırız. Bütün kavramlar gibi onlar da hayatın sınavından geçerler, zaman zaman değişirler, doğrulanırlar, yanlışlanırlar, vs…
Kürtlerde sürecin pek böyle yürümediğini biliyoruz. Solun aşırı parçalanmışlığının yarattığı ‘bütün kalma’ arzusu orada daha baskın ve tartışmacı/çekişmeci bir kültürden çok, ‘çalışkan’ önderliğin tezlerinin hızla sahiplenilip temellendirilmesi, rasyonalize edilmesi daha güçlü bir eğilim.
Uzun bir giriş oldu aslında, biliyorum ama şimdi yavaş yavaş asıl konumuza doğru geliyorum.
Bu eğilim, önemli değil. Öcalan’ın ortaya yeni kavramlar atması, bu temelde tarihe ve bugüne ilişkin çözümlemeler üretmesi, bunu yaparken Marksizme -haklı ya da haksız- eleştiriler getirmesi, hatta araya hor görmeleri sıkıştırması da önemli değil. Öcalan, bir akademisyen değil, yazdıkları da bir doçentin doktora tezi değil. Öyle olsaydı ‘paradigma’ rektörlük arşivinde bir kağıt yığını olarak kalırdı. Burada milyonlarca insanı bir şekilde hareket ettiren bir siyasal liderden söz ediyoruz; bir politik lider olarak bunu yapıyor, takipçileri de bunu rasyonalleştiriyor. Tamam. Yapacak şey yok. Devrimciler, düşünce polisi filan değiller. Marksizme yönelik tarihteki ilk eleştiri de bu değil; öyle şaha kalkıp “vay bizim yüce Marksizmimize nasıl laf edilir” demenin âlemi yok.
Ama gerçekten nasıl da tuhaf bir şey var ortalıkta?
Kürtlerin bir bölümü “Teori kurmanın Kürtlere layık görülmediği” meselesi üzerinden her türlü itirazı ‘şovenizm’ eleştirisiyle karşılarken, beri tarafta ise (olay sosyal medyaya doğru indikçe) olağanüstü agresif sözler havada uçuşuyor, birileri durmadan Marksizme “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleri bir, iki, üç diye sıralayıp atfediyor; ‘Çanakkale Geçilmez’ modunda barikatlar örüyor. Arada konuyu ciddiye alıp çalışarak sayfalarca polemik üretenlerin ortaya koyduğu (bence çok kıymetli) argümanlar da gürültüye gidiyor, üstüne Marx’tan tek kelime okumamış ilkel milliyetçiler ve beri tarafta Marksizmi Kemalizmin bir versiyonu zanneden ulusalcılar da işe karışınca her şey toz dumana boğuluyor.
Biraz durup bakalım.
Özetin özeti olsun: Öcalan iki şey yapıyor. Biri geçmişle, tarihle ilgili; diğeri bugün ve gelecekle ilgili.
Tarihle ilgili olarak, çok bilinen bir ‘tarihi sınıftan arındırma’ yolunu izliyor; bunun için de ‘sınıfın belirleyiciliği’ tezini karikatürleştirecek ölçüde kabalaştırıyor, sonra da ‘hakkından geliyor.’ Bu Kürt hareketinin ilk kez yaptığı şey değil. Daha önce de pozitivizm eleştirisi konusunda en berbat türden kaba pozitivist fikirleri hedef seçip hesaplaşmak, bunu yaparken de, Engels’in bütün “Doğanın Diyalektiği” kitabı boyunca bu türden pozitivizme karşı verdiği savaşı** yok saymak bir yöntem olarak kullanılmıştı.
Sınıf meselesinde de yaklaşık 150 yıl sonra Anti-Dühring’in temel konusu olan “ilk zorba” meselesine tekrar geliyoruz ve bir kez daha “ilk zorba”nın, sopayı eline ilk alan adamın zorbalık arzusunun, komündeki ortalamadan ‘fazla’ olan bir şeye, bir ürüne ya da mülke el koymak ya da el koyduğunu korumaktan kaynaklandığı, öyleyse bunun rüşeym halindeki bir “sınıf” çıkarı olduğu, öyleyse havaya kalkan sopanın da yine rüşeym halindeki ‘devlet’ olduğu ve bütün bu olup bitenlerin neredeyse eşzamanlı ya da birbirini izleyen adımlar olduğu gerçekliği yok sayılıyor.
Sağlık olsun! No problem!
Sınıf işi kolay. Tarihe nasıl bakarsanız bakın, bugün ve şimdi sokağa çıkarsanız, sınıfın ne olduğunu, hayatınızdaki her şeyin son tahlilde*** ona bağlı olduğunu öğrenirsiniz.
Asıl önemli olan gelecek. Geçmiş, geçmiştir; sonuçta onu yeniden deneyimleyip neyin nasıl olduğunu görmek mümkün olamıyor. Geçmiş, ancak oradan bugüne bir çizgi çekiyorsanız, o çizginin sizi nereye götürdüğü açısından önemlidir. O çizgiyi arkadaşlar bizden farklı bir yerden çekiyor, çeksinler. Ne diyelim? Ona da sağlık olsun! Ama sonuçta, hangi çizginin hangi ucundan tutup bugüne gelirseniz gelin, mesela kalp krizi geçirirseniz bir gün, kapısından içeri girdiğiniz hastanenin hangisi olduğu sizin de hangi sınıftan olduğunuzu ortaya koyar. Hayat basittir çünkü. Ölüm de öyle.
Ama gelecek meselesi başka bir şey. Gelecekle ilgili kurduğunuz her tasavvur, yaptığınız her modelleme, eninde sonunda zamanın ve hayatın sınavına girer. Bu, teorik alanda söz söyleyen her ‘fani’nin günün sonunda tadacağı bir şeydir. Dolayısıyla, Öcalan’ın “negatif devrimden pozitif devrime geçiş” diye tanımladığı tasavvurların, modellemelerin toplamı da aynı kaderden kaçma şansına sahip değil. Bugünkü devlet yapısı (ve bugünkü despot AKP rejimi) “müzakereci” yoldan demokrasiye zorlanabilir mi? “Devlet” ve “komün/toplum” arasında bulunduğu varsayılan ana çelişki, halk meclislerinden komünlere kadar bütün sıralanan örgütlenme biçimleriyle aşılabilir mi, dahası bu biçimler memleketi cehenneme çeviren, en küçük muhalif sesi ezen bir zorba rejim altında realize edilebilir mi? Şam’daki merkezi iktidarın kontrolünü kaybettiği Rojava’da ya da Mexico City’deki iktidarın illallah edip yakasını bıraktığı Chiapas’ta nispeten mümkün olabilen şeyler, soluk aldırmaz tek adam rejimi altında yaşanabilir mi? Memleketin tümünde burjuva demokrasisinin kırıntıları bile yok edilirken aynı coğrafyanın bölümünde farklı bir dünya kurulabilir mi?
Göreceğiz. Hep birlikte yaşayıp göreceğiz.
Netice itibarıyla, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” yalnızca teorik bir ilke değildir, hayata dair gerçek, sahici bir anlama, sahici sonuçlara da sahiptir. Hayat, siz onun içinde devinirken nasıl kararlar verirseniz, ona göre sonuçlar ortaya çıkarır ve herkes aldığı kararların sonuçlarıyla iyi ya da kötü biçimde yüzleşir.
Bu konuda söylenebilecek başka bir şey yok.
Ama iş bizim tarafa, Türkiye Devrimci Hareketi’ne gelince, orada söylenebilecek bir şey var. Abdullah Öcalan’ın ortaya koyduğu düşünce sistematiği, tabii ki eleştirilebilir, buna bir mesai harcanabilir. Kürtler, “akıl verme” refleksini pek sık gösteriyorlar, zaman zaman bu ‘bize akıl vermeyin’ refleksi her türlü eleştiriye karşı bir paratonere de dönüşüyor, olsun; ona da sağlık olsun! Akıl akışkan bir şeydir, alınır verilir. Bir akla sahip olduğunu düşünen herkes, bu coğrafyanın sorunları ve çözümleri üzerine düşünce üretebilir, üretilmiş düşünceleri eleştirebilir, vb. Bunda sorun yok. Kendileri yedi cihana ‘paradigma’ aklı veriyorlarsa, başkalarının aklına da tahammül göstermek durumundalar.
Ancak, sorun şu: Marksizm, dikkatle taşınıp yelden yağmurdan, rüzgârdan güneşten korunması gereken kristal bir vazo değildir. Dahası, Marksizm genel olarak ‘muhafaza edilmesi’ gereken bir şey de değildir. Canı isteyen demeyeyim ama bu konuda söyleyecek sözü olduğunu düşünen herkes, Marksizmi de, başka herhangi bir dünya görüşünü de ele alır, değerlendirir, eleştirir, yerden yere vurur. Burada sosyalistler olarak bizim bir ‘sahiplik’ ya da ‘tekel’ durumumuz yok. ‘Miras’ sözcüğü siyasette çok kullanılır ama çok da saçmadır. Ortada bir ‘miras’ ve ‘mirasçılık’ da yok. Neticede Marx-Engels veri alınırsa yüz elli yıllık bir süreçten söz ediyoruz. Bu yüz elli yıl boyunca Marksizm, dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan tarafından benimsendi, rehber kabul edildi, uğruna milyonlarca can verildi ama öte yandan eleştirildi, geliştirildi ya da köreltildi; yani onun ömrü bizim fani ömrümüzle sınırlı olmadı, olmayacak da.
Marksizm, yaşayan, soluk alıp veren bir şey. Sonuçlanmış, noktalanmış, kilitlenmiş bir şey değil. Marksizm, dünyayı anlama ve değiştirme pratiğidir. Bir iktisat teorisinden değil, yeni bir uygarlığın inşa deneyiminden söz ediyoruz. Üretim araçlarının şunlardan alınıp şunlara verilmesinden, iktidarın şunlardan alınıp şunlara devredilmesinden değil, üzerinde yaşadığımız gezegenin özgürleştirilmesi pratiğinden söz ediyoruz. “Azıcık aşım kaygısız başım” diyen dar alanda kısa ömürlerden değil, bütün bu ömürlerin birbirini tetiklediği komünist bir dünya tasavvurundan söz ediyoruz.
Marksizm, bu gelecek tasavvuru için sürdürülen (ve öyleyse her adımda tartışılıp geliştirilebilen, hayatın ortaya çıkardığı yeni olgulara, sorunlara yanıtlar arayan, yeni yıkım ve inşa biçimleri keşfedebilen) devrimci pratiğin adıdır. Ve şüphesiz, Marx ve Engels’in 19. yüzyıl çerçevesinde göremediklerini, göremeyeceklerini de kapsayan, yeni sorulara yeni cevaplar arayan bir devrimci pratikten söz ediyoruz. Bugün gezegenimizin kapitalizm tarafından bir bütün olarak yok olmaya doğru sürüklendiği koşullardan söz ediyorsak, tarihin en devrimci sınıfı ile bu yaklaşan felaketin tehdidi altındaki bütün toplumsal güçler arasındaki ilişkileri yeniden düzenleyen, sınıflarla neredeyse eşzamanlı bir tarihe sahip olan ve çözümü sadece sınıfsal olmayan toplumsal cinsiyete ilişkin çözümleri arayan, kapsayan, vb. bir devrimci pratikten söz ediyoruz. Bu, zor ve karmaşık bir iştir ama biz de zaten zor işlerin talibiyiz.
Eyvallah, ideolojik mücadeledir, yalnızca Öcalan’ın tezleri üzerine değil her konuda sayfalarca yazabiliriz, Marksizmi cengâverce savunabiliriz elbette, yazılır tarihe kalır, anlarım. Ama Manifesto’dan ve Alman İdeolojisi’nden bu yana, “kötü fikirlerin karşısına iyi fikirlerin konulmasının” kendi başına bir anlam ifade etmediğini biliyoruz artık.
Marksizm, gerçekten ‘savunulmak’ isteniyorsa eğer, yapılacak olan şey, onu durmaksızın yenileyerek, hem geçmişteki pratik uygulamalarını, hem de tarihsel kısıtlılıklarını eleştiriden geçirerek kapsamını genişletip yeni bir rehbere dönüştürmek, bu arada kendimizi de dönüştürmektir. Feurbach İçin Tezler’in 3’üncüsünde “Ortamın değiştirilmesi ile insan faaliyetinin ya da kendi kendini değiştirmenin çakışması, yalnız devrimci pratik olarak kavranabilir ve ussal biçimde anlaşılabilir” denirken bize anlatılmak istenen buydu. “Devrim, yalnızca egemen sınıfın başka herhangi bir yolla yıkılmasının imkânsız olması nedeniyle değil, aynı zamanda, yıkan sınıfın da ancak devrim yoluyla kendini eskinin tüm pisliğinden kurtarabilecek ve toplumu yeni baştan kurabilecek duruma gelebilmesi nedeniyle de zorunludur” cümlelerinin de anlamı buydu.
Devrimci pratik! Tam olarak bu! Yolunuzu çizersiniz, eskiler yetmiyorsa yeni örgütsel biçimler ve çalışma biçimleri keşfeder yürürsünüz. Başkalarının yanlış yoldan yürüdüğünü düşünüyorsanız, bunu eleştirirsiniz ama gerçek eleştiri, sizin yürüdüğünüz yol ve o yolla varılan başarıdır. Bu kadar.
İsmini vermeyeyim şimdi; 80’ler 90’larda pek ateşli ve alevli bir edebiyat dergisi vardı. Her sayının neredeyse tamamını uzun, sert şiir/edebiyat eleştirileri kaplarken, sayfaların arasında birkaç küçük şiir bulunurdu. O zaman da (cezaevindeyken) yarım aklımla şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: Acaba eleştirinin yanında şiirin nasıl yazılması gerektiği üzerine pratik örnekler mi yayımlasalar?
Siyaset de sanırım böyle bir şey işte.
Dipnotlar:
* İçinde yer aldığım siyasal gelenekte bir kez olsun “önderimiz” sözcüğünü duymadım. Şüphesiz güvendiğimiz, sevdiğimiz aklına saygı duyduğumuz insanlar hep vardı ama biz onlara adıyla hitap etmeyi tercih ettik. Farklı siyasal kültürlerde farklı biçimler olabilir, ona da saygı duyarım.
** “18. yüzyılın ilk yarısında doğabilim, bilgide ve hatta eldeki malzemenin gözden geçirilmesinde eski Yunan’dan daha üstün bir düzeydeydi, ancak bu malzeme üzerindeki teorik yetkinlik, yani genel doğa görüşü bakımından eski Yunan’ın altında bulunuyordu. (…) Görgücül doğabilim bugün öylesine çok olumlu bilgi malzemesi yığmıştır ki, bu malzemeyi, her ayrı araştırma alanında sistematik olarak ve içbağıntısına göre sınıflandırma gereği mutlak duruma gelmiştir. Ayrı bilgi alanlarını kendi aralarında doğru bir ilişki durumuna getirmek de aynı ölçüde gerekli olmaktadır. Ama bunu yaparken, doğabilim, teorik alana girer ve burada görgücül yöntemler işlemez, burada ancak teorik düşünce yardımcı olabilir. (…) Teorik düşünce, her çağda ve dolayısıyla çağımızda da, çeşitli dönemlerde çok değişik biçim ve bununla birlikte çok değişik bir içerik kazanan tarihsel bir üründür. Bundan dolayı, düşünce bilimi, bütün ötekiler gibi tarihsel bir bilim, insan düşüncesinin tarihsel gelişiminin bilimidir.”
*** Bu ‘son tahlilde’ lafı solda her zaman çok makara konusu yapılmıştır ama aslında çok ciddi bir detaya işaret eder. “Her şey sınıfsaldır” yerine “her şey son tahlilde sınıfsaldır” dediğiniz zaman, ilk bakışta sınıfsal gibi görünmeyen bir durumun aslında eninde sonunda sınıfsallığa gelip dayandığını anlatmış olursunuz. Marksizme en kaba ve en sığ bakışı yakıştıranlar örneğin milyonlarca insanın göçmenliği hakkında “bu da mı sınıfsal canım” diyebilir örneğin ya da maden için yapılan ağaç kıyımı ile sınıf meselesi arasındaki ilişkiyi komik bulabilir. Oysa milyonlarca göçmenin yaşadıkları, “son tahlilde” onları kendi aralarında bile bölen sınıfsal ayrımlara çok bağlıyken, ağaç meselesinde de kimin kestiği ve kimin ağacının kesildiği meseleleri yine “son tahlilde” bal gibi sınıfsaldır.