Mehmet Güneş, sendika.org’un önünü açtığı tartışma sürecinde benim baştan beri acil ve yakıcı bir ihtiyaç olarak tanımladığım sınıfın ve kitlelerin görüş alanına girerek onları peşinden sürükleyebilecek devrimci odak inşasını yakalanması gereken halka olarak gördüğümün farkında değil

“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Polemik yönteminin Marksist hareketin tarihinde özel bir yeri vardır. Özellikle tarihsel önderlerimizin teorimizin inşası sırasında olduğu gibi devrimci özünün bozulup sulandırılması girişimlerine karşı muarızlarıyla yürüttükleri polemiklerin çoğu yazdıkları eserler kadar ünlüdür. Kendisi de yaman bir polemikçi olan Lenin polemik yöntemini -mealen- ‘devrimci teoriyi geliştirmenin vazgeçilmez araçlarından biri’ olarak görür.
Tabii onların yürüttükleri polemiklerde her şeyden önce fikir vardır. Bu bazen uzun boylu açıklamalara gerek bırakmayacak yoğunluk ve açıklıkta bir tez olarak çıkar karşınıza, bazen karmaşık süreçlerin olağanüstü berraklıkta özetlenip açıklandığı bir çözümleme bazen de kısacık bir makale ya da önsözde dile getirilen birkaç cümle olarak.
Onların polemik tarzında öz esastır. Üslup içerikten sonra gelir. Hatta kullanılan dili neredeyse hiç önemsemezler. Eleştirilerini çoğu kez çok ağır nitelemeler eşliğinde dile getirirler, muhataplarının kendilerine yönelik saldırılarını da Engels’in Amerikalı sosyalist Florence Kelley Wischnewetzky’ye mektubunda (28 Aralık 1886) dile getirdiği gibi “Onların öfkeli saldırıları benim iyi debbağlanmış derime işlemez” aldırmazlığıyla karşılarlar.
Türkiye solu bu konuda öteden beri garip bir çelişki içindedir: Hem polemiksiz yapamaz ama polemikten de hoşlanmaz. Çünkü polemik, ‘fikirleri tartışmaktan’ çok ‘sidik yarıştırma’ yöntemi olarak kullanılır. Söylenenden çok söyleyene bakılır. İçeriğe aldırılmaz üsluba takılınır. Gösterilen tepkiler de haliyle reaksiyoner olur. Sonuçta ortaya izleyenlerin de keyif aldıkları ufuk açıcı bir müsademe-i efkardan çok kalitenin çoğu kez yerlerde süründüğü didişme hatta çamur güreşi manzaraları çıkar.
Sol kamuoyunda son yıllarda bir de bir ‘polemik alerjisi’ ortaya çıktı. Bu alerjik reaksiyonu “Aman ağzımızın tadı kaçmasın sendromu” olarak da tanımlayabiliriz. İçerikleri önemsenmeden ya da üzerinde yeterince durulup düşünülmeden her eleştiri baştan “gereksiz ve anlamsız didişme” olarak algılanıyor. Yıllardır -ve halen- tanık olunan onca düzeysiz ağız dalaşı göz önüne getirilecek olursa bu refleksif tepkinin haklı nedenleri var kuşkusuz. Fakat bu haklı kaygı, toptancı bir yaklaşımla fikirlerin çarpışmasından korkuya da dönüşmemeli. Aksi taktirde birbirimizi anlamamız, dahası aramızdaki farklılıkları gidererek yakınlaşma kapılarının açılması hepten olanaksız hale gelir.
Bu girizgâhtan sonra meramımı anlatmaya geçebilirim artık.
Malum, sendika.org sitesi solda strateji arayışları bağlamında bir tartışma platformu açtı.
Sürecin başında kaleme aldığım ilk yazımda işçi sınıfı ve emekçi kitlelerden kopukluğumuzun büyüklüğü ve derinliğine dikkat çekerek her şeyden önce kendimizi onların görüş alanına sokacak devrimci bir odak yaratmanın aciliyeti ve önemine işaret ettim. Bunun yolunun da birbirimize karşı siyaset yapmayı bir tarafa bırakıp sınıfın ve emekçi kitlelerin yaşamlarına değecek talepleri esas alan dönemsel bir program temelinde pilot çalışma alanları olarak belirleyeceğimiz sanayi havzaları ve emekçi semtlerinde birlikte çok yönlü militan bir pratik sergilemekten geçtiğini dile getirdim.1
Dosya kapsamında yayımlanan kimi yazılara dair karşı görüş ve eleştirilerimi de farklı tarihlerde yayınlanan iki ayrı yazıyla dile getirdim.2 Bunların ikincisinin bir bölümünde de Mehmet Güneş’in Ana Halka: Saray’ı Yıkacak Anti-Faşist Cephe3 başlığını taşıyan yazısına dair eleştirilerim vardı. Güneş’in dile getirdiği görüşlere yönelik eleştirilerim dört ana noktadaydı:
1) M. Güneş, Saray iktidarında cisimleşen faşizme karşı mücadeleye militan bir karakter ve yön kazandıracak devrimci bir strateji önerdiği iddiasındaydı fakat Saray’ı hedef göstermenin dışında bu stratejinin hayata geçmesini mümkün kılacak talepler, esas alınması gereken sınıfsal çıkarlar ve izlenmesi gereken ittifak siyaseti, öne çıkarılması gereken sloganlar, uygulanması gereken mücadele ve örgütlenme biçimleri ve nihayet Saray’ı yıkacak olursak nasıl bir program uygulayacağımıza dair 12 word sayfası uzunluğundaki makalesi boyunca TEK BİR ÖNERİ dile getirmiyordu.4 Başka bir anlatımla, Mehmet Güneş, “sistem dışına çıkmamakla”, “burjuva hukukunu esas alan şikayetçilik ve yasallıkla” vb. suçladığı kendisi dışında kalan sol’dan farklı olarak devrimci bir strateji önerdiğini iddia ediyordu ama Saray’ı hedef gösterip ‘militan olmalıyız, atak olmalıyız, kitle hareketlerinin içine dalmalıyız’ vurguları dışında makalesinde strateji olarak adlandırılmayı hak edecek bir planın içermesi gereken temel unsurların neredeyse hiçbiri yoktu.
Halbuki strateji dediğin sadece bir ‘hedef’ tanımıyla sınırlı olamazdı. O hedefe odaklanırken bunun içine başka hangi sınıf ve güçler girecek, buna karşın hangi sınıflar ve güçlerle hangi temelde ittifak kuracaksın, o yürüyüşü hangi tarihsel hedef doğrultusunda nasıl sürdüreceksin, bu arada hangi örgütlenme ve mücadele biçimlerini nasıl bir kombinasyonla uygulamaya çalışacaksın, sınıfı ve kitleleri o stratejiye kazanmak için öne çıkaracağın talep ve sloganlar neler olacak… bunların hepsini içermeliydi. Dolayısıyla Mehmet Güneş yumurtasız omlet yaptığını zannediyordu.
Mehmet Güneş’in bu yetersiz stratejik yaklaşımını “Ufku anti-faşizmle, anti-faşizmi de Saray ve devletle sınırlı” olarak eleştirdim. “’Saray’a karşı öfke dolu halkın hareketinin peşine takılmak’ dışında ne öneriyor belirsiz” dedim. Diğer noktalardaki eleştirilerimi de dile getirdikten sonra yazımı onun Anti-faşist Strateji iddiasına dair şu değerlendirme ile bağladım: “… Saray’a karşı mücadeleyi her şey haline getiren Mehmet Güneş’in faşizme karşı mücadele perspektifinde en başta faşizme karşı mücadeleyle tekelci burjuvazinin sınıf egemenliği ve kapitalizme karşı mücadele arasında nasıl bağlantı kurduğuna dair netlik şurada dursun belirti dahi göremiyorsunuz. Varsa yoksa her şeyiyle olgunlaşıp kıvama gelmiş bir öfke edebiyatı ve ona dayanarak dövüşelim, vuruşalım, savaşalım çağrısı. Bir de o mücadele sürecinde şekilleneceğini iddia ettiği bir partileşme anlayışı. Marksist literatürde ve dünya devrimler tarihinde ‘salt askeri bakış açısı’ olarak tanımlanıp defalarca eleştirilmiş içi boş bir keskinlik kısacası.”
2) Mehmet Güneş ikinci olarak, devrimci-reformist ayrımını sık sık silip kendisi dışında ayrımsız herkesi faşizme karşı mücadelede cesaretsizlikle, militanlıktan uzak durup düpedüz kaçmakla, faşizme karşı mücadeleyi şikayetçi bir dille yapılan teşhir faaliyetine indirgemekle, burjuva hukukuna umut bağlayıp eski güzel günlerin özlemini duymakla, sokaklarda büyüyen devrimci öfkeyi devlet partisi CHP’ye terk edip bundan rahatsızlık duymamakla, yoksul gecekondu semtlerini ağ gibi saran mafyanın bile sol’un bu günahı yüzünden güçlendiğini iddia etmekle… kısacası ağzına gelenle suçluyordu.
Sadece haksız değil ayrıca gerçek dışı bu toptancı suçlamaya dönük olarak, “faşizme karşı mücadelede devrimci militanlığın zorunluluğunu gören de bugün bunu dile getiren de salt sen değilsin” diyerek konuya dair yaklaşımımızın tarihsel geçmişini ve sürekliliğini görmesini sağlayacak bazı yazılı belgelerimizi hatırlattım. Bugüne dair de “madem öyle diyorsun elinizi tutan mı var?” demek yerine, anlayacağını umarak devrimcilikte ısrarlı bütün örgüt ve çevrelerin yaşadığı bir sıkışmaya dikkat çektim: “…M. Güneş Türkiye devrimci hareketinin bugünkü gerçekliğinin gerçekten farkında değilmiş gibi görünüyor. Faşizme karşı devrimci bir mücadelenin ‘olmazsa olmaz’ları arasında yer alan militan biçimlerin örgütlenip kullanılması zorunluluğu da bir yana sokaklarda her gün başka bir örneğini duyup tanık olduğumuz insanı öfkeden çatlatan gerici-faşist pervasızlıktan kadına yönelik şiddet ve mafya terörüne kadar meydanın o kadar da boş olmadığını ilerici-demokrat kamuoyuna gösterip yürekleri soğutacak bir pratik hâlâ sergilenemiyorsa bunun ‘bilmemekten’ değil ‘yapabilecek’ güç ve kadro derinliğinden mahrumiyetten kaynaklandığı nedense aklına gelmiyor. Sınırlı güçlerin birbirlerini tamamlayıp bütünledikleri devrimci bir odak ihtiyacının acilliği ve yakıcılığı dile getirilirken işin bu yönünün de uygun bir dille defalarca dile getirildiğinden de anlaşılan habersiz” dedim.
3) Mehmet Güneş yine kendisini ‘biricik’leştirerek günümüz dünyasını ve Türkiye’sini “devrimci okuma” iddiası altında Leninist parti öğretisini tümüyle bir kenara atıp ‘proletaryanın devrimci öncü partisinin kitlelerin kabaran öfke dalgaları içine dalarak o kavga içinde inşa edileceğini’ iddia ediyordu. Üstelik kendiliğinden yığın hareketinin kabarmasına bağımlı bir süreç içinde örgütleneceğini iddia ettiği bu kuyrukçu parti inşası anlayışına geçerlilik kazandırabilmek için 1989 sonrası yıllarda Marksizm’e savaş açan neoliberaller ve onların yörüngesine girerek inkara yönelen tasfiyeci döneklerden duymaya alıştığımız söylemleri kullanmakta hiçbir sakınca görmüyordu.
Bu yaklaşımını, “…neoliberal dönemde ‘bütün büyük anlatıları ayağı sıkan eskimiş postallar’ olarak tanımlayıp çöpe atılmasını öneren liberalleşmiş solculardan duymaya alıştığımız ‘Yüzyıl önceki amentüler’, ‘100 yıl öncesinin kurmaca modeli’ tanımlamaları eşliğinde Leninist parti ve devrim anlayışını bordadan atmamız vazediliyor.
‘Yerine ne konulsun’ sorusunun yanıtını da bir türlü bulamıyoruz Mehmet Güneş’in yazısı boyunca. Varsa-yoksa ‘Saray’a karşı öfke dolu halkın içine dalmak’, ‘militan biçimler uygulamaya cesaret etmek’, ‘yıkıcı bir çağrıda bulunmak’… uzun lafın kısası savaşmak, dövüşmek, vurmak, kırmak… Bu yeni örgütlenme modeli şu şu şu esaslar üzerinde yükselmeli, şöyle bir programatik perspektife sahip olmalı, şu dönemsel talepleri öne çıkarmalı temelinde somut olarak ne önerdiğini merak ediyorsunuz, ancak ‘halkla bütünleşip vuralım-kıralım’ söyleminin dışına çıkan tek bir somut öneri bulamıyorsunuz. Daha da vahimi, Lenin’in Ne Yapmalı’da yerden yere vurduğu ‘Partiyle birlikte büyüyen parti görevleri’ kuyrukçuluğunu bir adım daha ileri götürerek ‘bugünün dehşete dönmüş çelişkilerine karşı savaşın içinde doğacak komünist parti’ zihniyetiyle karşılaşıyorsunuz. Parti inşası gibi bir konuda bile ‘öncülük’ ile süreçlerin arkasından sürüklenen ‘kuyrukçuluk’ yer değiştirmiş olarak çıkıyor karşımıza” diye eleştirdim.
4) Faşizme karşı savaşımda herkesten daha devrimci, daha militan, daha gözü kara görüneceğim derken ölçüyü öyle bir kaçırıyordu ki, faşizme karşı mücadelenin örgütlenmesinde de işçi sınıfı içinde çalışmanın esas alınmasını “1900 başlarındaki ekonomizmden daha geri bir oportünizm, özcü ve kaderci bir anlayış” olarak niteliyordu. Daha da ileri gidip, “Bugün bu güncel ekonomist oportünizm “sınıf körlüğü” olarak ağırlaşarak sürüyor, devrimci dinamikleri küçümsüyor ve asıl olarak devrimci ataklara körleşiyor, devrimci çıkışları engelliyor” iddiasında bulunuyordu.
Bana göre bunların dördü de Mehmet Güneş gibi yıllarını mücadeleye vermiş deneyimli bir devrimciye yakıştıramadığım kaymalardı. Eleştirimin başlığını da bu yüzden zaten -sadece onu kastederek değil ama bu nedenle onu da içerecek şekilde- Şakülümüz Bir Kez Kaymaya Görsün diye koydum. Bu arada şunun da altını çizeyim: Bu eleştirilerimin dayanaklarının okuyucu tarafından da görülmesini kolaylaştırmak için -yazıyı uzatma pahasına- Güneş’in makalesinden uzun aktarmalar yaptım.
Mehmet Güneş kendisine yönelik bu eleştirilerime geçenlerde yanıt verdi.5 Mehmet Güneş gibi yılların deneyimine sahip bir devrimci eleştirilerinize yanıt vermişse, öfkeli feveran ve laf sokuşturmalardan çok üzerinde bir kez daha düşünme ihtiyacı duyacağınız fikirlerle karşılaşmayı beklersiniz doğal olarak. Ne var ki, yanıtının daha girişinde “…bahsettiğim yazıyı, okuyucuyu bıktıracak uzunlukta hazırladım. Daha sonra, bu uzunluktan ötürü yazdıklarımın neredeyse yarısını çıkarmak zorunda kaldım. Bu da yazıda kısmi kopukluklara veya anlam kaymalarına yol açtı” şeklinde bir mazeret beyanıyla karşılaştım. Fakat bunların neler olduğuna, eleştirdiğim noktalarla ilişkisine dair samimi bir açıklama bulamadım. O açıklık ve samimiyet yerine ‘Ali Ergin Demirhan Saray’ı hedef gösterince onu olumlarken ben gösterince niye tepki gösteriyorsun’ şeklinde anlayamadığım bir alınganlık ve öfke patlaması çıktı karşıma.
Bu yanıttan da gördüğüm o ki gururu fena incinmiş, o yüzden meseleyi olmadık noktalara ve kişilik yarıştırma zeminine çekmiş. O kadar ki, ne “devrimci militan değerleri küçümseyen” liberalliğimi bırakmış ne beni militan devrimcilikle köprüleri 12 Mart döneminde atmış sağcılıklarıyla ünlü HK yöneticilerine benzetmediği kalmış ne de kendisini yenileme dinamikleri körelmiş, o nedenle bir zamanlar ezberlediği dogmaları tekrarlayarak “bildiği-beklediği sınırlara çekilmiş” ruhsuz bir “meslekten politikacı” kategorisine sokmadığı… Bu benzetmeleri okurken seviyeyi buralara düşürdüğü için onun adına üzüldüm.
Yazısından alıntılar temelinde yaptığım eleştirileri öyle ilgisiz noktalara çekmiş ki, onları sakin bir ruh haliyle okuyup okumadığı kuşkusuna dahi kapıldım. Kendisine yönelttiğim eleştirinin Saray’ı hedef almasından kaynaklanmadığını bile fark edememiş. Birikimine ve ferasetine güvenerek sözü fazla uzatmadan yaptığım uyarıları ise belli ki anlamamış.
Mehmet Güneş, sendika.org’un önünü açtığı tartışma sürecinde benim baştan beri ACİL ve YAKICI BİR İHTİYAÇ olarak tanımladığım sınıfın ve kitlelerin görüş alanına girerek onları peşinden sürükleyebilecek DEVRİMCİ ODAK inşasını yakalanması gereken halka olarak gördüğümün farkında değil. O ise strateji tartışmasına odaklanmış. Olabilir. Yalnız o zaman şu soru çıkmaz mı karşımıza: Bugün TDH’de stratejik bir yakınlaşma/birlik sağlamayı başa yazacak olursak ileriye doğru bir adım atma şansımız/olanağımız ne kadar var? Devrimcilikte ısrarlı örgüt ve partileri gözümüzün önüne getirelim, stratejik birliği esas alan bir yaklaşımla bunlardan hangileri ne ölçüde yan yana gelebilirler? Bu konuda yaşanan yakın dönem pratiklerinin hepsinin sonuçları ortada. Dolayısıyla bugün stratejide ortaklaşmayı esas alan bir cepheleşme ısrarı bir halk deyimiyle “yorgunu yokuşa sürmek”ten başka bir şey değildir. Bu ısrar aylarca havanda su dövmek dışında bir sonuç üretmez. Bizim baştan beri ‘stratejik hedef ve amaçlarımıza kıyasla çok dar ve sınırlı olacağı baştan belli taleplerden oluşan dönemsel bir program temelinde BAŞLANGIÇ ADIMI’ olarak tanımladığımız devrimci odak inşasını esas alıp öne çıkarmamızın nedeni de devrimci sosyalist solun bu gerçekliği zaten. Bunu kalkıp da stratejinin, programın hatta tarihsel hedef açıklığının önemini görememek, küçümsemek, inkar etmek falan olarak yorumlamaya kalkmak demagojiden başka bir anlam ve değer taşımaz. Aslında Mehmet Güneş’in kendisi de sezgisel olarak bu gerçeğin farkında. ‘Strateji’ olarak tanımlanmayı hak edecek bir perspektifin gerektirdiği açıklık ve somutluktan kaçınmasının bir nedeni de bu kanımca. Bıraktığı bu boşluğun üzerini de kendi dışındaki herkesi ayrımsız “dünyayı ve Türkiye’yi devrimci okumadan uzak”, “faşizme ve gericiliğe karşı savaşımda cesaretsiz”, “şikayetçi bir dille faşizmi teşhirle yetinip eski burjuva hukuk düzeninin özlemini duymakla” vb. suçladığı keskin bir retorikle örtme çabası içinde.
M. Güneş’in stratejik perspektif iddiasının hedef tanımı dışında (Saray) stratejinin en temel unsurlarından mahrum olduğuna işaret bağlamında “…Faşizme karşı mücadeleyi en azından devrim perspektifiyle ele alan demokratik devrimci anti faşist mücadele anlayışı dahi günümüz dünya-tarihsel koşullarında eksiktir, yetersizdir. Günümüzde faşizme karşı mücadeleyi kapitalizmi temelden yıkmayı hedefleyen sosyalist devrimci bir perspektifle ele almayan yaklaşımları Marksist olarak kabullenme olanağı kalmamıştır. Bununla bağlantılı olarak, stratejik perspektifinizin niteliği ve sınırları faşizme karşı mücadele sürecinde sınıflar mevzilenmesini nasıl ele aldığınızdan izleyeceğiniz ittifak siyasetine, öne çıkaracağınız talep ve sloganlardan kullanacağınız mücadele ve örgütlenme biçimlerine kadar strateji ve taktiğinizin karakterini ve sınırlarını belirler ” demişim. O ise yanıtında “Saray’ın yıkılması Selim arkadaşımızı kesmiyor; o sosyalist devrim istiyor” diye eleştiriyor.
Ben Marksizm’e sadakat temelinde bir tartışma yürüttüğümüzü zannediyordum. Fakat görüyorum ki Mehmet Güneş sadece strateji kavramının anlamı ve kapsamı konusunda değil parti inşası konusunda da, kapitalizmde proletaryanın sınıfsal konumu ve tarihsel misyonunun nereden kaynaklandığı konusunda da, “kendinde sınıf” ile “kendisi için sınıf” ayrımının ne anlama geldiği ve öncülük misyonunun bu noktada nasıl kavranması gerektiği konusunda da Marksizm’e yabancılaşmış bir yaklaşım içinde. O bunu zaman tünelinde kalmış dogmatik tutuculuk, ezberlere dayalı “meslekten politikacılık” (anlayacağınız siyaset esnaflığı) falan olarak görüp eleştiri ve hakaret konusu yapıyor ama devrime, ardından yeni bir üretim tarzı ve toplumsal ilişkiler sisteminin inşasına öncülük etme iddiasını taşıyan devrimci bir parti elbette çerçevesini ilkesel bazı esasların belirlediği belirli bir modele ya da kurguya uygun olarak inşa edilebilir. Aksi taktirde akıntının önünde sürüklenen bir kütük gibi yığın hareketi ya da koşullar nereye sürüklerse oraya savrulmaktan kurtulması olanaksızlaşır. Yani öncü-kitle ilişkisi tersyüz olur. Lenin’in sadece Ne Yapmalı’sını okumuş olmanın ‘yeterli’ olabileceği bir konuda dahi birbirimizi anlamaktan bu kadar uzaksak, belli ki tartışarak ortak sonuçlara varamayacağız.6
Sonuçta anladım ki bu tartışmayı uzatmak yararsız, dahası iş uzarsa yeni kırgınlıklar ve tahribatlar yaratacak. En iyisi hepimizin kulağına küpe olmasında yarar gördüğüm bir uyarıyla noktalayayım sözlerimi:
“Günün geçici sorunları karşısında büyük temel düşüncelerin unutuluşu, geçici başarılar uğruna girilen bu yarış ve sonal sonuçları gözönünde tutmadan çevrede verilmekte olan savaşım, bugünün sonuçlarına feda edilen hareketin geleceği, bütün bunların belki de namuslu nedenleri vardır. Ama bunlar oportünizmdir ve oportünizm olarak kalacaktır. Ve namuslu oportünizm belki de oportünizmlerin en tehlikelisidir. (Engels, Erfurt Programının Eleştirisi, abç)
Dipnotlar:
(1) Yapısallaşmış Zaaflarımızı Aşma Zorunluluğu, https://sendika.org/2025/08/yapisallasmis-zaaflarimizi-asma-zorunlulugu-732133
(2) Esas Halkayı Ne Zaman Yakalayacağız? https://sendika.org/2025/09/esas-halkayi-ne-zaman-yakalayacagiz-733882
Şakülümüz Kaymaya Görsün, https://sendika.org/2025/11/sakulumuz-kaymaya-gorsun-736835
(3) Ana Halka: Saray’ı Yıkacak Anti-Faşist Cephe, https://sendika.org/2025/11/ana-halka-sarayi-yikacak-anti-fasist-cephe-736556
(4) O uzun makale somut hiçbir öneri içermiyordu gerçi ama Mehmet Güneş’in gönlünden geçen cephesel ittifakın ‘genişliği’ hakkında üstü kapalı olarak ürkütücü belirtiler taşıyordu. Önce söyleneni hatırlayalım:
“Faşizme karşı mücadelede her türlü sekterlik öldürücü her türlü doktrinerlik gerileticidir. Bu tür hatalara düşmeden ama devrim hedefimizi unutmadan geniş cepheyi inşa etme yaratıcılığını göstermeliyiz. Komünistlerin devrim programı, daha ileri hedefleri içeriyordur ama bugün öne çıkan acil devrimci adım faşizmin yıkılmasıdır ve buna cevap verecek anti-faşist bir iktidar programıdır. (…) Değişik sınıfların, değişik amaçlarını gözeterek, kendi cephemizi en geniş biçimde örerken, düşman cepheyi olabilen en dar sınırlara hapsetmek esastır. Tartıştığımız, faşizmin yıkılmasıdır; bunun için devrim programlarında anlaşmak gerekmez, dönemin aciliyeti olarak faşizme karşı tutulması gereken yol, yöntem, örgütlülük, mücadele biçimleri ve araçlarda ve hedeflerde anlaşmak yeterlidir.” (Mehmet Güneş, Ana Halka: Saray’ı Yıkacak Anti-Faşist Cephe)
Kimseyi ürkütüp kaçırmayalım yaklaşımıyla kendisinin ne istediğini hatta kimliğini dahi saklayan bir ‘cephe’ anlayışı değilse nedir bu? Hangi “değişik sınıfların değişik amaçlarını” gözeteceğiz, buna karşın biz hangi sınıfın hangi amaçlarının kabulü için çaba harcayacağız? Buna dair bir netlik ve açıklık var mı?.. Bunların yokluğunda Saray karşıtlığına indirgenmiş böyle bir anti-faşizmin Kılıçdaroğlu’nun Millet İttifakı zihniyetinden ne farkı kalır söyler misin?..
(5) Strateji Üzerine Selim Açan’la Polemik, https://sendika.org/2025/12/strateji-uzerine-selim-acanla-polemik-738298
(6) Tartıştığımız konularda Marksizm-Leninizm’in ilke ve esaslarına sadık kalmaya çalıştığım için M. Güneş beni, bildiği ve beklediği sınırlara çekilip Lenin’in yüzyıl önceki parti anlayışına saplanıp kalmış, ezberlediği dogma ve kalıpların tutsağı “meslekten siyasetçi” olarak tanımlıyor. Kendisini ise olmakta olan her olay ve durum karşısında bir tavır geliştirebilen, beklenmedik sürprizleri karşılayacak bilinç ve donanıma, her gelişme karşısında fiili bir durum yaratma bilinci ve hazırlığına sahip, (devrimci özne olarak partiyi-nba) inşanın gerektirdiği güçleri hayatın ve olayların içinden bulup çıkarma ve onu bu gücün bilincine vardırma maharetindeki “devrimci özne” kategorisine sokuyor.
Kişinin kendisini hangi aynada nasıl gördüğü beni ilgilendirmez. Yalnız kendimizi “yenileme” yanılsaması içinde neredeyse sürekli aynı ya da benzer hataları işlemekten kaçınmak istiyorsak, Lenin’in sayısız deneyimle de doğrulanmış parti anlayışının (modelinin ya da kurgusunun da diyebiliriz) ilke ve kurallarını bu denli küçümsememeli, onlara bu kadar bariz bir biçimde sırtımızı dönmemeliyiz derim. Böyleleriyle kendi tarihimizde biz de karşılaştık. Bizi zaman tünelinde donup kalmış tutucular olarak görüyorlardı. Kendilerinin temsil ettiğini iddia ettikleri “yenilenme” adınaysa o güne dek savunduklarımızı ve inandığımız bütün doğruları örgüt ismimize varana kadar çöpe atmamızı öneriyorlardı. Tarihin çöplüğüne giden kendileri oldu. Bu bağlamda yine hepimizin kulağına küpe olması gereken bir ders olarak Komün Gücü sitesinde yayınlanmış Emin Arda imzalı yazıyı bu uyarım ışığında bir kez daha okumanı önereceğim sana:
“ (…) 2017’de geri dönüşsüz bir sürece girildi. Bu sorunların temeli, en baştan itibaren ortama hakim olan çeteci-lümpen uygulamalar ve ilişki biçimleri ile bu ilişki biçimlerinin içerisinde yuvalanan sol/sağ tasfiyeciliğin ve pasifizmin hareket içerisinde yarattığı kırılma ve asabiyet bozumuydu. Örgüt içerisinde hakim bir tarz haline gelen ve yüzlerce militanın koltuk-rütbe uğruna haksız tasfiyesi ile sonuçlanan komploculuk, bu ilişki biçimlerinin içerisinde peyda olmuştu. Sürecin en başından bu yana var olan ve atılıma karşı direnen pasifist, konformist ve oportünist eğilimler, bu ilişki biçimlerinin içerisinde yaşama şansı bulmuştu.
Evet, parti kurumsal bir yapı olarak inşa edilmişti ancak ideolojik-siyasal boyutlarda tam anlamıyla bir partileşme sağlanamamıştı. Kentli ve militan bir asabiyete sahip olunmasına rağmen, partinin genel yapısı komünist bir bilince ve değerler sistemine sahip değildi. Zaten sorunların temelinin, çeteci-lümpen ilişki biçimlerinin ve ona eklemlenen sapma çizgilerin ortaya çıkabilmesi ve ortama hakim gelebilmesi de bununla doğrudan ilintiliydi.” (Emin Arda, Kasım Atılımı’nın İzinde, Zafere Kadar Daima!, abç)