Türkiye sosyalist hareketinde ciddi bir gelişme ya da sıçramadan söz edemesek de burjuva düzen siyasetinde CHP’ye yönelik saldırılar ve Kürt sorununun çözümüne yönelik “Çözüm Süreci” ile ilgili sayısız gelişme yaşandı. Daha önce belirttiğimiz gibi, sosyalistler bir bütün olarak bu süreçlere etki etmekte eksik kalsa da, önceki yazıda bahsedilen “iki buçuk” eğilimin bu süre içerisinde biraz daha somutlaşıp katılaştığını gördük. Önümüzdeki birkaç yıl boyunca sosyalist hareketin yörüngesini belirleyecek tartışmaların bu eksende gerçekleşeceğini düşünüyoruz. Tam da bu nedenle, önceki yazıda biraz da özetleyerek geçmek zorunda kaldığımız kimi bölümleri daha fazla açmak ve çok farklı öznelerce temsil edilen bu “iki buçuk” eğilimin özelliklerini bu yazı dizisinde tartışmak istiyoruz

Mayıs ayında yazdığımız “Sosyalist solda üç eğilim ve birlik tartışması” başlıklı yazıda, sosyalist harekette iki ana eğilimin cisimleşmeye başladığını ve bunların dışında yer alan, bizim “sosyalist devrimci siyaset” olarak tanımladığımız üçüncü bir çizginin nüvelerinin oluşmaya başladığını belirtmiştik. Bu tespit, sadece ona indirgenebilecek bir olgu olmasa da 1 Mayıs’ın Taksim’de mi yoksa Kadıköy’de mi kutlanması gerektiğine yönelik tartışmayı da içeren bir şekilde yapıldı. Bu tespitle ifade etmeye çalıştığımız ise, son yıllarda gitgide belirginleşen eğilimlerin varlığına işaret etmekti.
Aradan geçen yaklaşık altı aylık süreçte Türkiye sosyalist hareketinde ciddi bir gelişme ya da sıçramadan söz edemesek de burjuva düzen siyasetinde CHP’ye yönelik saldırılar ve Kürt sorununun çözümüne yönelik “Çözüm Süreci” ile ilgili sayısız gelişme yaşandı. Daha önce belirttiğimiz gibi, sosyalistler bir bütün olarak bu süreçlere etki etmekte eksik kalsa da, önceki yazıda bahsedilen “iki buçuk” eğilimin bu süre içerisinde biraz daha somutlaşıp katılaştığını gördük.
Önümüzdeki birkaç yıl boyunca sosyalist hareketin yörüngesini belirleyecek tartışmaların bu eksende gerçekleşeceğini düşünüyoruz. Tam da bu nedenle, önceki yazıda biraz da özetleyerek geçmek zorunda kaldığımız kimi bölümleri daha fazla açmak ve çok farklı öznelerce temsil edilen bu “iki buçuk” eğilimin özelliklerini bu yazı dizisinde tartışmak istiyoruz.
Sosyalist hareketteki birinci ve başat eğilimin sol reformist bir karakter taşıdığını ve temel siyasi yöneliminin, CHP’nin başını çektiği düzen muhalefetine angaje olarak niceliksel büyümeyi hedefleyen bir stratejiyi açığa çıkardığını aşağıdaki paragrafla ifade etmiştik:
…üye sayısı ve görünürlüğüyle sol hareket içinde ciddi bir yer kaplayan; temsiliyeti TİP, EMEP ve Sol Parti tarafından üstlenilen sol reformist/parlamentarist çizgidir. Bu siyasetler, milletvekili sayılarından ve bir araya getirebildikleri insan toplamından bağımsız olarak, sosyalist hareketi düzen muhalefetinin, yani CHP’nin açtığı siyasal alan içinde devindirerek ve o alana angaje ederek büyüme ve siyasal söylem geliştirme yöntemini benimsiyor.
Bu eğilimin sosyalist hareketin yakın geleceğinde başat bir rol oynayacağını öngördüğümüz için detaylı incelenmesini ve bu yönelimle kurulacak ilişkinin (ya da ideolojik mücadelenin) netleştirilmesinin önemli olduğunu düşünüyoruz. Ancak yazının bu kısmına geçmeden önce, yine bahsi geçen yazıda açtığımız kısa bir paranteze değinmemiz gerekiyor:
Öte yandan, söylemde parlamento siyasetini ve düzen partilerini ‘radikal’ bir şekilde mahkûm eden Türkiye Komünist Partisi (TKP) çizgisinin de temelde aynı eğilime dahil olduğu söylenebilir. Ek olarak, son dönemde ‘Diz çöküyoruz’ başlığıyla düzenlenen eylemler, yayınlanan yazı ve videolarla ‘büyük siyasette’ rol kapmaya çalışan bu çizgi, meseleyi ifrata vardırdığı için diğer reformist sol partilerden ayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor.
TKP’nin hak ettiği bu ayrı değerlendirmeyi, hakkıyla yapmaya çalışalım. TKP, kendi ideolojik referanslarıyla da tutarlı olarak “cumhuriyetçi” çizginin esas savunucusu rolüne bürünüyor. Bu siyasal strateji, nüansları olmakla birlikte ve söylem boyutunda hem CHP ile hem de DEM Parti ile net bir ayrım çizgisi çizmesine rağmen, yukarıda sol reformist eğilim olarak ifade ettiğimiz kutbun içerisindedir. Hatta bu eğilimi sürekli olarak “ulusalcı sol” çizgiye çekmeye çalışmaktadır. Bu stratejinin temelinde, düzen muhalefetinin bıraktığı boşluktan yararlanan ve şehirli seküler kitlelerin yalnızlık ve düzenden dışlanmışlık duygusuna hitap eden, “Cumhuriyet değerlerine dönüş” olarak kodlanabilecek bir siyaset yer almaktadır.
TKP’nin gündelik yayın organı olan soL Haber sitesinden birçok yazıyı örnek göstererek ve TKP’nin başta ulusal bayramlar olmak üzere çeşitli parti açıklamalarından alıntılarak yaparak bu çizginin ideolojik pozisyonunu gösterebiliriz. Ancak Kılavuz okurlarının bu yönelimin zaten bilincinde olduğunu varsaydığımızdan ve yazıyı alıntılara boğmaktan kaçınmak adına TKP’nin ideolojik pozisyonunu, onun ideologlarının yazılarına odaklanmak yerine, somut eylem ve pratikleri üzerinden tahlil edeceğiz.
Önceki yazıda bahsettiğimiz “Diz çöküyoruz” eylemleri, TKP’nin siyasi çizgisine aykırı olmamakla birlikte, onlar açısından yeni bir siyaset döneminin açılışı olarak ele alınabilir. Aradan geçen altı ay kısa bir süre olarak görülse de TKP, bu altı ayda ana siyasetini yeni “Çözüm Süreci”ne karşı takındığı tutum üzerinden sivriltmeyi tercih etti. “Ülkemizin uçurumdan yuvarlanmasına izin vermeyeceğiz” başlıklı kampanya ile emekli askerler başta olmak üzere sosyal demokrat, ulusalcı ve hatta milliyetçi ideolojilere sahip birçok insanı bir araya getirmeyi hedefledi. Ardından çıkardıkları Ortaklaşa adlı dergi ve “Cumhuriyet’in değerlerine sahip çıkma” temalı çeşitli söyleşilerle bahsettiğimiz ittifakı ideolojik olarak tahkim etmeye çalıştı.
İdeolojik pozisyonunu bu yönde tahkim etmeye çalışan TKP’nin solda hegemonya kurma konusunda başarısız olduğunu ya da AKP-MHP rejiminin baskısından bıkmış olan kitlelerde karşılık bulmadığını iddia edemeyiz. Ancak bu ideolojik tahkimatın bir karşılığı olsa da devrimci potansiyelin bu politikada somutlandığı iddiası bir safsatadan ibaret.
Devlet Bahçeli’nin beklenmedik açıklamalarıyla ağır aksak da olsa ilerleyen yeni “Çözüm Süreci”, TKP’nin ideolojik propagandasına elverişli bir zemin sunmuş oldu. Sınıf siyasetinden tamamen uzak, demogojik bir “Emperyalistller, AKP-MHP ve Kürtler ittifakıyla Cumhuriyet’imize saldırıyor” propagandasıyla kendine bir siyaset alanı açtı. Bu siyaset alanından beslenmeye çalışan başka sosyalist yapılar olsa da TKP, bu çizginin motor gücü olmaya uzun bir süre daha devam edecektir.
Kendini bu “verimli” siyaset alanına yerleştirmeye çalışan diğer yapılar arasında Türkiye Komünist Hareketi (TKH) ve partileşme sürecinde olan Devrim Hareketi/Partisi’ni, ayrıca sosyalist hareketin bir parçası olarak kabul etmek pek mümkün olmasa da Halkın Kurtuluş Partisi’ni (HKP) de sayabiliriz. Hatta esas olarak ulusalcı sol bir çizgiyi benimsemeseler de diğer sol reformist öznelerden özellikle TİP ve Sol Parti’nin, TKP’nin yarattığı basınç sonucunda belirli momentlerde bu çizgiye yakınsayan politikalar izlemek durumunda kaldığını söyleyebiliriz.
Reformist sol eğilim içerisinde değerlendirdiğimiz, yer yer şovenizme de kayan ulusalcı sol çizginin sosyalist devrimci çizgiye uzaklığı birçok kişi için aşikârdır. Hatta yakın gelecekte Türkiye’de yaşanacak nesnel gelişmelere ve bu öznelerin alacağı politik tutumlara bağlı olarak, sosyalist çizgiden tamemen uzaklaşma ihtimalleri de vardır. TKP’de cisimleşen ve sosyalist hareketin birçok öznesini ideolojik etki altına alan ulusalcı sol çizginin sınıfsal karakterini, sosyalist devrimci siyaset açısından eleştirisini ve bir bütün olarak sosyalist hareket için taşıdığı risk ve ona yönelttiği tehditleri tartışmayı önemli buluyoruz. Kılavuz’da yer alan yazılarla ulusalcı sol çizginin eleştirisini de birçok kez yapmaya çalıştık.
Tekrara düşmek pahasına bir kez daha vurgulamalıyız ki, her ne kadar düzen muhalefetinden bağımsızmış gibi bir görüntü çizse de ulusalcı sol eğilim son kertede düzen içi bir karaktere sahiptir. Geçmiş referanslarla burjuva sosyalizmi olarak da adlandırabileceğimiz ve dünyanın birçok ülkesinde de temsillerini bulabileceğimiz bu çizgi, “komünist” siyaset iddiasının ardına saklanarak sınıf siyasetinden uzak, işçi sınıfının çıkarları yerine sınıfsal referanslarından koparılarak kültürel kodlar üzerinden bayraklaştırılan bir laiklik savunusunu ön plana çıkaran ve Cumhuriyet’in temel ilkelerini restore etmeyi hedefleyen bir siyaset biçimidir. İşçi sınıfını birleştirmeyi hedefleyen devrimci bir siyasetin yerine sınıf içi bölünmeleri daha da belirginleştiren, kafa ve kol emeği arasındaki iş bölümünden kaynaklı ayrımı derinleştiren, siyaset anlayışını kültürel ayrımlar üzerine kuran bir sosyalizm anlatısının taşıyıcısıdır.
Bu siyasal eğilim, ülkemizdeki mevcut konjonktürde ise Türk ve Kürt emekçileri arasında milliyetçi önyargıları derinleştirecek, Kürt halkının özgürlüğüne ve taleplerine sırtını dönen bir siyaseti solda egemen kılma tehlikesini yaratmaktadır. Böyle bir Cumhuriyet anlatısı, örgütsel çıkarlar nedeniyle CHP’nin dışında yaratılıyormuş gibi görünse de son kertede bu siyasetin asıl sahibi ve düzen muhalefetinin başat öznesi olan CHP’ye yedeklenmek, en iyi ihtimalle o kitle tabanının hassasiyetlerinin gerektirdiği siyasal çizginin dışına çıkmamakla sonuçlanacaktır. Nitekim Gezi İsyanı’ndan bugüne her kitlesel halk hareketinde ve son olarak 19 Mart sürecinde de gördüğümüz gibi, ulusalcı/reformist sol çizgi düzen muhalefetinin sınırlarını asla zorlamadan, halkın ve mücadelenin çıkarları yerine kendi dar örgütsel çıkarlarını önceleyen mücadele biçimlerini her dönemeçte tekrar etmektedir.
Önceki yazıda açmış olduğumuz parantezi burada kapatarak ve ulusalcı sol eğilimin orta vadede sosyalist hareketin dışına düşme ihtimalini de vurguladıktan sonra, önümüzdeki dönemde asıl belirleyici güç olacağını düşündüğümüz sol reformist ve parlamentarist eğilime geçebiliriz. Bu eğilimin ana damarını TİP, EMEP ve Sol Parti temsil ediyor olsa da nicelik olarak daha küçük olan öznelerden bu ideolojik alanın etkisine giren yapılar olduğunu da ifade etmek gerekir. Ayrıca bu üç siyasi partinin de birebir aynı siyaseti izlemediğini, sol reformist eğilimi kendi özgün siyasetleriyle güçlendirdiğini ifade etmeliyiz.
Öncelikle, sol reformist eğilimin taşıyıcısı olan öznelerin izledikleri farklı yolları tartışmadan önce, sol reformist ve parlamentarist çizginin bugün sosyalist hareket için ne anlama geldiğini ve sosyalist harekete ne vaat ettiğini konuşmamız gerekiyor. Sol reformist eğilimin içerisinde yer alan siyasi yapılar, temel olarak niceliksel büyümeyi düzen içi araçlar üzerinden hedefleyen bir stratejik yönelime sahiptirler. Her bir özne, özgün siyasetine uyan farklı araçları kullansa da bu eğilimin ortak noktası, işçi sınıfının iktidar perspektifinden uzaklaşarak, devrim hedefini ikinci plana atmasıdır. Teorik kökenlerini Bernstein’ın “Sosyalizmin nihai hedefi benim için hiçbir şeydir; hareket ise her şey!”[1] sözlerinde bulabileceğimiz sol reformizm, işçi sınıfının devrimci eylemini de talileştirir. Hatta sınıfın devrimci eylemini zaman zaman niceliksel büyümenin önünde bir tehdit ve engel olarak görür.
Türkiye ölçeğine geldiğimizde ise bu yaklaşımın “başarılı” bir örneği olarak TİP deneyimini ve bu partinin sürmekte olan siyasal stratejisini ele alabiliriz. Diğer sol reformist partiler gibi TİP de seçimler ve parlamento odaklı bir büyüme stratejisini benimsemiş, sosyalist hareketin yakın tarihinde bunu en başarılı uygulayan öznelerden biri olmuştur. Ancak yalnızca üye, hatta zamanla seçmen kazanma stratejisine yönelik adımlar, TİP’in devrimci sınıf siyasetinden hızla uzaklaşmasına neden olmuştur.
Bu durum kendi içerisinde tutarlıdır çünkü sosyalist devrimci sınıf siyasetini takip etmek ciddi bir kadro birikimi, ideolojik netlik ve de zamana yayılan disiplinli bir devrimci faaliyet pratiği gerektirir. Öte yandan, seçimler ve parlamento gibi araçları kullanmak, sosyal medya üzerinden organik olmayan “örgütlenme” formları yaratmak, kısa vadede çok daha fazla üye ve seçmen kazandırabilecek pragmatist bir yoldur. Bu yolda ilerlenen her gün devrim fikrinden giderek uzaklaşan, günlük propagandaya sıkışan ve alan çalışmasını, işçi sınıfının devrimci nitelikte eylemlerini gereksizleştiren statükocu bir parti inşası gerçekleşir.
TİP’in Türkiye sosyalist hareketine örnek gösterdiği yol tam olarak budur. Sayısı on binleri bulan bir üye toplamı ile yaratılan siyasal etki ve nitelikli kadro sayısı arasında müthiş bir tezat ortaya çıkar. Parti siyasetinin ana gündemini milletvekillerinin performansları, seçim çalışmaları, seçimlerde kurulacak ittifaklar, kazanılmaya çalışılan belediyeler ve belediye meclis üyelikleri meşgul eder. İşçi sınıfının ve toplumsal mücadele dinamiklerinin örgütlenmesine, bu siyasetin iktidar perspektifiyle günbegün inşa edilmesine ne ihtiyaç ne de zaman kalır.
Sol reformizmin bir başka örneğini ise EMEP’te görebiliriz. Her ne kadar TİP’ten farklı olarak odağına işçi sınıfı örgütlenmesini almış olsa da sol reformist çizgiyi farklı bir noktadan yeniden ürettiğini belirterek başlayalım. Son dönemde EMEP, milletvekillerini ve parlamentoyu işçi sınıfının gündemlerini daha geniş kesimlere duyurmak adına etkili bir şekilde kullanmış olsa da işçi sınıfının düzen sınırlarını zorlayacağı türden eylem pratiklerinden bilinçli olarak uzak durduğunu görebiliyoruz. İşçi ve kamu emekçileri sendikalarında kazandığı/tuttuğu mevzileri, mücadeleyi büyütecek bir perspektif yerine düzen sınırları içerisinde kalan kazanımlara odaklanarak ele alan bir yaklaşım ön plana çıkıyor. Bunun bir istisnası olarak tekstil alanında örgütlenen BİRTEK-SEN’in ve başta Mehmet Türkmen olmak üzere devrimci kadroların fiili meşru eylem pratiklerini belirterek haksızlık yapmaktan kaçınalım.
EMEP’in bir bütün olarak işçi sınıfının iktidar perspektifinden uzaklığı ve sendikal bürokrasiye dayanan sınıf çalışmasının olumlu sendikal pratiklerinin de sınırlarını çizmiş oluyor. Sol reformist anlayışın tezahürünü geçtiğimiz 1 Mayıs’ta birleşik Taksim iradesini tartışmaktan bile imtina eden bir noktada olduğunu da bir kez daha hatırlatalım. Öte yandan gerek 19 Mart sürecinde gerekse önceki üniversiteli gençlik eylemlerinde bu çizginin takındığı siyasi tutumlar özellikle gençlik hareketini pasifize eden bir noktada ve militan bir gençlik hareketinin oluşumunda bir engel olarak yer alıyor.
Sol reformist eğilimin bir diğer temsilcisi olan Sol Parti, ÖDP projesinin çökmesinden ve Birleşik Haziran Hareketi’nin dar örgütsel çıkarlara kurban edilmesinden bu yana stratejik bir çıkış yolu bulamamanın yanı sıra, geçmişten beri taşıdığı reformist çizgiyi sürdürüyor. Seçimler başta olmak üzere, düzen içi araçları kullanarak ve daha çok CHP’nin açtığı alan üzerinden cumhuriyetçi bir siyasi anlayışla mevzi kazanmaya çalışıyor. Yakın zamanda CHP ile kurulan açık ya da örtük seçim ittifakları (Alper Taş’ın Beyoğlu’nda belediye başkan adaylığı gibi) sadece seçim politikasıyla da sınırlı kalmıyor, toplumsal mücadele alanlarında da CHP’nin gölgesinde siyaset yapma biçimine bürünüyor.
CHP’nin iktidar olduğu bir Türkiye’de örgütsel atılım açısından büyük “potansiyel” yaratabilecek bu yaklaşım, günümüz Türkiye’sinde başarıya ulaşamadığı gibi her iki senaryoda da sosyalist devrimci siyaset adına hiçbir şey ifade etmiyor. Muğlak bir halkçılık ve laiklik savunusunun arkasında, sınıfsal kimliği silikleşmiş bir ideolojik yönelim mevcuttur. Sol reformist çizgiyi bile ideolojik olarak tahkim etmekten uzaklaşan bir hat, bu siyasetin ana rotasını oluşturur.
Sol Parti’ye yönelik bu değerlendirmemiz fazla acımasız ve temelsiz bulunduysa, 17 Kasım günü Sinop’ta gerçekleşen bir Sol Parti etkinliğinde konuşan Oğuzhan Müftüoğlu’nun (ki kendisi Sol Parti’nin yaşadığı bu ideolojik enkazın baş sorumlularındandır) kendi sözlerine kulak verelim:
Bugün Türkiye’de faşist, islamcı bir rejim varsa bunu yıkıp yerine sosyalist rejim kuralım diye başlamazsınız. Faşist bir iktidarın olduğu bir yerde birinci görev onu sona erdirmektir. Nazi Almanyası’nda Alman sosyalistleri kendi yapıları için değil de nazi rejimini sona erdirmek için çalışsalardı o Hitler dönemi olmazdı. Bugün Türkiye çok büyük bir felaketle karşı karşıyadır. Böyle bir felaketin yaşandığı bir ülkede bir sosyaliste bir marksiste düşen birinci görev bunun sona erdirilmesidir.
Bu sözlerde ifade edilen siyasi doğrultunun günümüz Türkiye’sinde ne anlama geldiğini okuyucunun yorumlarına bırakalım.
Sosyalist hareketteki sol reformist öznelerden gelebilecek potansiyel bir itirazı tartışarak yazının kapanış bölümüne geçebiliriz. Belirtmeliyiz ki sadece sosyalist değil, bütün siyasal partilerin amacı, doğası gereği etki alanını genişletmek ve üye kazanmaktır. Bu bağllamda, siyasal stratejiyi ve niteliği bir kenara bırakarak kitleselleşmeyi birincil hedef haline getiren sol reformist öznelerin sıkça kullandığı bir Lenin alıntısını paylaşalım:
Politika, milyonların olduğu yerde başlar; yalnızca binlerin değil, milyonların olduğu yerde ciddi politika başlar.
Lenin’in bu sözleri kesinlikle doğru bir özü yansıtsa da bahsettiğimiz sol reformist özneler tarafından istismar edilerek ideolojik netlikten uzak, sosyalist kadro birikimini önemsizleştiren, en önemlisi de siyaseti düzen içi çatlaklar ve araçlar üzerine kurmayı temel alan bir stratejinin savunusu için kullanılıyor. Oysaki Lenin’in ifade ettiği ve Gramsci’nin çeşitli yazılarında da vurgulanan ideolojik hegemonyanın önemi ve “teorinin kitleleri kavramasıyla maddi güce dönüşmesi”, sol reformist öznelerin izlediği pragmatist politikalarla başarılacak bir şey değildir. Bunun yerine zor olan yoldan gitmek, yani kadro birikiminin üzerine inşa edilen sosyalist devrimci bir sınıf politikası izlenmek zorundadır.
Yazı dizisinin ikinci yazısında sosyalist hareketteki örgütsel sorunlara pek değinmeden, ideolojik eğilimlerden sol reformist yönelimin bir eleştirisini yaptık. Yazı dizisinin sonunda örgütsel sorunlara da değinmeyi hedefliyoruz. Bu noktada, sosyalist hareketteki örgütsel sorunlara dair sendika.org’da yayınlanan “Stratejiden biraz önce: Dayanabilirsek kendimizi eleştirelim” başlıklı yazıyı önermek yerinde olacaktır.
Bir sonraki yazıda, ikinci eğilim olarak ifade ettiğimiz ideolojik yönelimlerin ve sol liberalizmin etkisini tartışacağız. Bunu yaparken, kolaycı bir şekilde her özneyi aynı sepete atmaktan kaçınacağız. Ardından, henüz nüve olarak belirmiş olan ve bir kurucu iradeye ihtiyaç duyduğunu düşündüğümüz sosyalist devrimci çizginin nasıl yaratılması gerektiğini ve bu çizginin belirginleştirilmesi için atılacak somut adımları bütünlüklü bir şekilde tartışmaya açacağız.
[1] Almanca orijinali, “Das, was man gemeinhin Endziel des Sozialismus nennt, ist mir nichts, die Bewegung alles.”
Kaynak: Kılavuz
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.